Monday, May 20, 2019

Denizsuyukâsesi, Mayıs 2019, sayı: 47



Denizsuyukâsesi, Mayıs 2019, sayı: 47


Şiirlisi neyse o olsun, şiir kerimdir çünkü 

Uluer Aydoğdu 


Termodinamiğin bildiğini sizden mi saklayacağım, her şey giderek daha da karışıp karmaşıklaşacak… Bunun kötü bir şey olduğunu mu söylüyor birisi, ona şöyle deyin: Dengedeysen hep, tiril tiril ve ütülü bir gömlek gibi askıda bekliyorsan, katlanıp bir köşeye konulmuş bir battaniyeysen, serilmiş bir divana hiçbir kırışıklığı, buruşukluğu olamayan bir örtü gibi duruyorsan, cebinden çıkarıp kendini harcamıyorsan bir ufkun, bir şiirin, aşkın peşinde, savrulup sürüklenmiyorsan tıpkı o gömleğin, battaniyenin, örtünün bir hikâyesinin, bir hayatının olmadığı gibi senin de bir hikâyen, bir hayatın olmaz. Yani, Karmaşıklaşmıyorsan yoksun, hiç.

Uzak denge halidir hayat, simetri kırılması. Denge ve düzen, gerilme, yaylanma ve enerji biriktirme uğrağıdır. Sonra patlama, öyle şiddetli bir tazyikle fışkırır ki enerji, o yalnız, o devrimci ana, bu yüzden Big Bang (Büyük Patlama) diyoruz, patlayan bir şeyden daha çok boşalma, yayılıp dağılma, pervasızlaşma ve isyan hali. Aha işte doğa da, baharı karşı konulmaz kılan enerji biriktirir kışın. Sonra, hobaaa, minik bir Big Bang (Büyük Patlama)... Öyledir, ölçek farkı dışında bir çiçeğin patlamasıyla Büyük Patlama arasında bir fark yoktur. Öyledir, bir damla su ile okyanus bir ve aynıdır.

Mutlak, yüzde yüz bir düzen, denge olsaydı hiçbir şey olmazdı. Başka bir söyleyişle mutlak uzak denge ya da yüzde yüz kaos diye de bir şey yok. Düzen ve kaos, kış ve bahar, doğum ve batım iç içedir ama anlayamadığım şey, ‘iç içe’ neden birleşik yazılmıyor! Neyse, ‘termodinamiğin şairi’ 1977 Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’ye göre, Big Bang (Büyük Patlama) termodinamik istikrarsızlığın herhangi bir noktasından başka bir şey değil. Başlangıçla, yani tekillikle, bir başka deyişle uzay-zaman eşsizliği (singularity) ile bir alakası yok Büyük Patlama’nın. Kararsızlıkta kararlı bir evrende yaşıyoruz.

Denizsuyukâsesi, 2003-2011 yılları arasında yayımlanan bir fanzin ve uyanıp ayağa kalkmayı karşı konulmaz kılan bir enerji, güç biriktirmiştir 2011’den bu yana. Hemen söyleyeyim, bu sayı uyanıp gerinme ve ayağa fırlama sayısıdır.

Kendini “biraz kültür biraz sanat / biraz aşk biraz meşk dergisi / deniz gibi aşk gibi / ey sevgili gözlerin gibi / canlı bir organizmadır / kafasına göre nefes alıp verir / asi ve düzensizdir” diye tarif eden denizsuyukâsesi’nde şimdiye dek birçok yazar ve şair yazdı. Tuğrul Keskin, Muzaffer Kale, Hülya Özel, Gökhan Arslan, Savaş Ünlü, Ahmet Günbaş, Aydın Şimşek, Halim Şafak, Onur Behramoğlu, Hüseyin Atabaş, Namık Kuyumcu, M. Mahzun Doğan, Ertan Yılmaz, Betül Yazıcı, Özkan Satılmış, Nice Damar (çeviri şiirleri), Onur Akyıl, Zeynep Uzunbay, Ersan Erçelik, Asuman Susam, Yusuf Alper, Mehmet Sarsmaz, Müesser Yeniay, Hakan İşcen, K. Hayri Yetik, Bâki Ayhan T., Kadir Aydemir, Hüsamettin Çetinkaya, Dinçer Sezgin, Hüseyin Yurttaş, Hidayet Karakuş, Hüseyin Peker, Mehmet Sadık Kırımlı, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Gökben Derviş, İhsan Tevfik, Hakan Savlı, Alaattin Topcu, Emel İrtem, Fadıl Oktay, Abdülkadir Budak, Serdar Koçak, Nihat Behram, Koray Feyiz, Ahmet Ada, bu isimlerden bazıları... Eşlik edenlere hürmetler, mis kokulu çiçekler ve teşekkürler. Başka ne bilirim.

Sekiz yıllık bir uykudan sonra aha işte 47. sayı ve bu sayıda:

Nihat Behram, 1 Mayıs ruhunun şiiri, şiirin 1 Mayıs ruhu'nu yazdı. Ah, evet, abim, şiir oklavasıyla dünya hamurunu açar / abim, sözcük diker sabah akşam yazı toprağına / abim, dünyaya bulaşmış kederi, acıyı yıkar her gün/ abim, felsefe çitler. Ve "Hasret Üleşmesi", şiir varmış, oh be!

“Öfke - Türk Çürümesinde Sanatın Rolü” adlı son kitabında “Sanatı çok önemseyenler, ülkemizin, emekçilerimizin ve dilimizin emperyalizme satılmasına en iştahlı bir biçimde teslim ve teşne olanlardı” diye kayıt koyan Osman Çutsay, Bir korku jeneratörü: Erdal Öz ve estetize ettiği siyaset adlı yazısıyla yapacağını yapmış yine: “Türkiye çoktandır gürültüyle çöken bir korku imparatorluğu ise, bunu, sadece darbeci faşist generaller veya sandıktan çıkmış islamofaşistlerin marifeti sayamayız. Onlara bu bereketli toprakları Erdal Öz ve kafadarları (“Belge’li Birikim Gericiliği”) hazırlamıştı.” Çilli çotlu, çilli çotlu, çilli çotlu… Editörlüğünü Seyyit Nezir'in yaptığı Üvercinka dergisinin Temmuz 2015 tarihli 9. sayısında yayımlanan Gel öpem seni yeni bir dilsen adlı yazıma kaydı aklım hemen, aldım bu sayıya koydum. Öyle yaptım çünkü Osman Çutsay'ın katkısı çok fazladır bu yazıya, kendisine saygılarımı yazıyorum. Seyyit Nezir ise, Uyanmasız Düş adlı şiiri ile bahar bahar baharıyor, aldım şiir hizama, kalp hizama koydum, çok teşekkür ediyorum. Türkiye’nin direnişinde kilit isimlerdendir, tıpkı Osman Çutsay gibi. Deleuze ne diyordu: “Direnmek, yaratmaktır.”

Ve Tuğrul Keskin. Denizsuyukâsesi'ne ilk günden bugüne hep destek vermiştir. ‘Aşkın ve Devrimin Şairi' nitelemesi, çok yakışıyor Tuğrul Keskin’e. Bu arada gururla söyleyeyim, Kandahar adlı şiiri denizsuyukâsesi'de yayımlanmıştır (Mayıs 2006, sayı 15): "Şimdi ağla, ağla! ağla! / Bak sonsuzluğa ve yapışkan kedere / Uzayıp giden kana bak Kan da hara / Usan, bakarken çocuklara ey insan."

"Fanzin, candır" diye Saklambaç adlı şiirini göndermiş İbrahim Baştuğ, ustam, teşekkürler.

Daha, daha “-süreğen hakkaniyetti şiir ezeli/pek tırstınız, onu fark ettik-“ diyen Neslihan Yalman ve Zen’de oturan Ersan Erçelik var, Bodhisatva’dır, şiirleriyle bir ‘tık’ mesafesindeler. Sevgilerimi yazıyorum.

Bize ufuk şeyler, gelecek şeyler fısıldayan Zafer Köse ise iki minik öyküsüyle denizsuyukâsesi'nde, hoş geldi, aldık başucumuza, edebiyatucumuza koyduk, teşekkürler.

Tabii bir de Hülya’lı kız ve bahçesi var. Ben ona refikam diyorum çoğunlukla ve biz Çilliplomom Diyarı’nda, Mutlubaharlarevi adlı bir evde yaşıyoruz. Eliniz giderse uğrayın. Belki, öylesine, başıboş ve hülyalı bir varoluş şekli değer gözünüze.

Mutlaka biliyorsunuzdur, merhaba demek, benden sana zarar gelmez demektir. Merhabalar. Bunun bilgisi ve bilinciyle herkesi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.

ulueraydogdu.com

Monday, October 10, 2016

doğup batmasaydım nereden bilecektim var olduğumu



http://aykiriakademi.com/haber/haber-goster/604--dogup-batmasaydim-nereden-bilecektim-var-oldugumu-.html

Şimdi kalbinden çıkarıp yukarıma serersin afili bir gökyüzü

Uluer Aydoğdu
Mutlubaharlarevi, Mart-Ekim 2016, İzmir.

İcabında kuş, icabında tırtıl, icabında şiir gibi davranabilen ansiklopedidir. Dünya hakkında dünya, kuşlar hakkında kuş, “var olan her şey yok olmayı hak eder” diyen o her şeyi yadsıyan ruh hakkında bir ruh… İyi gider yanında Gustav Mahler’in İkinci Senfonisi.[1]

-Bu bir şiir mi?
-Hayır efendim, bir düşün çözümü.
-Düş bozumu öyleyse?
-Hayır, hayır “bir düşün çözümü devrimdir” efendim.

Kırlangıç değil, kelebek değil, arı değil niye uçar bir şiir? Başka diyarlara inanalım diyedir, umbah, umbah, ne kadar isabetli şey şu kuşlar, başka bir şey olmasa da olur. Bu dizeleri tekrarlarsan, başka bir gökyüzüne, kuş gibi kanat çırpıyor, kuş gibi şakıyor, kuş gibi yerinde duramıyor, yani kuş gibi davranıyorsa hayattır o, dersen Nazım Hikmet’e çıkarsın, muazzam bir açıklığa alamet fırtınalara, devrim gürültüsüne ve şimşeklere... Budur işte ‘ok-yay düzeneği’. Hem yay gibi gerili tutup beni hem de yaya ok olarak yerleştiren o ruh. Düş ile, isyan ile kainatın ağrıyan yeri kalbimde kurduğum fırlatma rampası budur işte. Uyuklayan bir kayalık bile ısrarla, inatla geleceği gösterir. Ona ne kuş, ne şiir, ne de hayat diyebiliyorum zamanın oku geleceği göstermiyorsa, madde kördür çünkü, insan kördür, cümle mahlukat kördür. Böyle buyuruyor Ilya Prigogine, süperzerdüşt’tur.





[1]“Hiç durmayan hareket ve yaşamın akıl sır ermez koşuşturması”ndan söz ediyordu Gustav Mahler, “Max Marschalk’a Mektup”ta.


http://aykiriakademi.com/haber/haber-goster/604--dogup-batmasaydim-nereden-bilecektim-var-oldugumu-.html#

Monday, April 25, 2016

Bir kendi kendine nefes alıp verme ve özyapım/özyıkım denemesi / ‘Fraktal Dünyanın Bağlantısını Kurmak’

 http://aykiriakademi.com/haber/haber-goster/510-bir-kendi-kendine-nefes-alip-verme-ve-ozyapim-ozyikim-denemesi.html

Bir kendi kendine nefes alıp verme ve özyapım/özyıkım denemesi


              Ben boşluğum, hiçlik, yokluk…
Biçimlerin oluştuğu, çerçevelerin çizildiği,
parantezin açılıp kapandığı.
Yahu hepsi gelip geçer. Geriye boşluk kalır.
Ne olursan ol, gel kalır
 Ben boşluğum. Dolup dolup boşalan.
Hepsi hayaldir.
Geriye insan aşılması gereken bir şeydir, kalır.

Başta her şey bütündü. Annemin memeleri, gökyüzü, kuşlar…  Sonra kolektif zihinsel bir düzenleme ile altüst olarak bir ben'e itildim. Ne süt ne de zevk veren ‘yaşlı büyücünün memeleri’ binlerce yıllık anlam, değer ve kurallarla özdeşleştiğim. Sonrası kâbus, bütün bunları ‘ben’ sandığım. İşte bu ben’den, egodan uyanıştır, onun farkına varmaktır, aydınlanma. Değilse egoların savaşı!

Yazan: Uluer Aydoğdu

Nikos A. Salingaros[1]’un Fraktal Kentin Bağlantısını Kurmak (doxa, sayı 10, Haziran 2011) adlı muhteşem yazısından menevişlenerek yazımın başlığı kendiliğinden ‘Fraktal Dünyanın Bağlantısını Kurmak’ oldu. Bu başlık fraktal dünya nedir, nasıl olmalı ve bağlantısı/bağlantıları nedir anlamındadır yoksa “bağlantısı kopmuş dünyanın bağlantısını kurmak” değil. Sonra, Eckhart Tolle’un Var Olmanın Gücü adlı eşsiz kitabı yazımın biçimlenmesinde başlıca sorumludur. Kendisini anmasaydım her şeyden önce o tek, biricik ve eşsiz şey, kâinata, yani Hayat’a, o Bütün’e, dolayısıyla da Tolle’a ve kendime ayıp olurdu. Tolle’un hem bireysel hem de kolektif deliliğimizin aslında insanın doğal hali olduğu üzerine delilleri ufuk açıcıdır. İnsanın ruhunda “işlevsel bir bozukluk” vardır. Öyle görünüyor ki yeni bir dünya bunu fark ettiğimizde kurulacak. Tabii, Kaynakça’da andığım diğer kitapların yazarlarına da çok teşekkür ederim, başka ne bilirim.
Salingaros’un belirttiği üzere “tüm öteki canlı sistemler” nasıl özünde fraktalsa bütün sistemlerin Kaynağı kâinat da fraktaldır. Bu yazının kâinat hakkında bir kainat ya da dünya hakkında bir dünya olması gibi bir durumdan söz ediyorum. Diğer yandan bütün sistemlerin ya da organizmaların “rekombinatif, yani her seferinde değişik biçimde düzenlenen, devamlı değişik biçimde oluşan konfigürasyonlar (yapılanma)” olduğunu da unutmamalıyız. Unutmamalıyız, çünkü örneğin, ölçekler değiştikçe bu ölçek değişikliklerinin yeni ve farkı yapılanmaları ortaya çıkardığını biliyoruz. Tam da burada, kâinatın karmaşık bağlanırlığı bağlamında Gregory Bateson’ı hatırlayacak olursak, “Dünya karmaşıklığı arttıkça daha bir güzelleşir”, derken karmaşıklığın artmasının o şeyi daha önemli yapmadığını ama her şeye daha çok bağladığını da söylüyordu. Tabii, aynı zamanda da bu karmaşıklığı yönetecek emergent, yani öngörülemez yapılanmaların kendi kendine kendilerini nasıl ortaya çıkardığı üzerinde de düşünmek gerekir. İşte bu ‘kendi kendine kendini ortaya çıkarma’larda “fraktal yapıların doğrusal olmayan dinamikleri ortaya çıkarması” olgusunun etken olduğunu da özellikle vurgulayalım. Böylece kâinatın giderek nasıl karmaşıklaştığını anlayabiliyoruz. Bunlara, ek yapmak gerekirse, William Plank’ın Kuantum Nietzsche adlı kitabından alıntılayarak “bu konfigürasyonların her birisinin bizzat şansın eseri (random, yani gelişigüzel, u.a.) olarak ortaya çıktığını” ve “bunların aynı zamanda da evrenin bütüncüllüğü açısından da ortaya çıkmaları zorunlu konfigürasyonlar” olduğunu ekleyebiliriz.

Peki ve güzel, ama fraktal nedir?

Fraktal, ‘kırık’ demektir, ancak Nikos A. Salingaros’a göre “bu onun matematikteki anlamı değildir” ve “Bir fraktalin matematikçi olmayanlar tarafından genellikle anlaşılmayan çok keskin, ayırt edici nitelikleri vardır.” Yukarıda “farklı ölçeklerden” söz etmiştik. İşte “Bir fraktal’ı belirleyen kilit kavram onun yapısının ölçekler hiyerarşisine sahip olmasıdır.” Amacımız fraktalı ve fraktal yapılanmayı/yapılanmaları ortaya koymak olduğu için burada birtakım matematiksel esaslara girecek değilim ama kabaca bir yapılanmanın fraktal olması için belli bir şekilde azalan boyutlarda altyapılar bulundurması gerektirdiğini, söyleyebiliriz. Öyle ki, “bölünmeyecek denli küçük ölçeklere varıncaya kadar kendisine benzer yapılara sahip bir bütündür” söz konusu olan. Tabii bana göre; “bölünmeyecek denli en küçük ölçek” bile, sıfırdan büyük en küçük bir sayı olmayacağından, kendi içinde sonsuza kadar bölünebilir ve tam da bu yüzden asla bir tekilliğe ulaşamayız ki bu da bizi ilk neden’den, ilk olaydan, dolayısıyla da her şeyin dışında duran bir ‘otorite/efendi ölçek’ten kurtararak özgürleştirir. Belki de böylece ‘kendi kendine kendini yaratma’, ‘self-organization’, olgusu dışarıda duran bir yaratıcıya inanmaktan daha anlamlı ve mantıklı olabilir ve giderek binlerce yıldır yaşadığımız, dizinin dibinden ayrılamadığımız o her şeyin dışında duran ‘ilk neden’ düşüncesinden, dolayısıyla da derin bir karmaşa olan kolektif Oedipus kompleksinden sıyrılarak büyüyebiliriz.
Dünyadaki “yaşam doğrudan doğruya” dünyanın “bağlantılar matrisine ve altyapısına bağlıdır, çünkü” dünyanın “geometrisi insanların”, yalnızca insanların mı, hayır, bütün canlıların olduğu kadar şehirlerden tutun da anlam, değer ve kurallara kadar her şeyin “hareketlerini ve etkileşimlerini ya teşvik eder ya da zorlaştırır.” Kâinat, özünde fraktalsa ve kendi içinde farklı ölçeklerde bu tekrarlanıyorsa kâinatın/dünyanın buna uymayan bir yapılanma olarak uygarlığımızı teşvik etmeyeceğini, sürgit bu işin böyle gitmeyeceğini ve giderek işimizi zorlaştıracağını söylemek mümkün. Kaldı ki Bütün’den, yani Hayat’tan kopuk yapıp ettiğimiz dünyanın, yani Hayat’ın bizi sürekli bu kopukluğu sürdüren oyuncular olarak tekrar ve tekrar yapıp ettiğini görüyoruz. Yönetmenliğini Ian Sftley’in yaptığı Kevin Spacey, Jeff Bridges ve Mary McCormack’ın başrollerini paylaştığı 2001 yapımı muhteşem bir bilim kurgu film olan K-PAX’da Kevin Spacey’in olağanüstü bir şekilde oynadığı Prot (K-PAX isimli bir gezegenden geldiğini iddia etmektedir) filmin sonunda kendisini tedavi etmeye çalışan doktoru Mark Powell’a bu bağlamda şöyle der: Sana bir şey söylemek istiyorum Mark, henüz bilmediğin bir şey, ama biz K-Pax'liler bunu keşfedecek kadar uzun suredir varız. Evren genişleyecek ve sonra tekrar içine çökecek, sonra tekrar genişleyecek. bu işlemi sonsuza dek tekrarlayacak. Ama bilmediğin; evren tekrar genişlediğinde her şey yine şimdiki gibi olacak. Bu arada ne hata yaptıysan bir sonraki geçişinde tekrar yaşayacaksın. Yaptığın her hatayı tekrar yaşayacaksın. Tekrar ve tekrar, sonsuza dek. Sana tavsiyem bu sefer doğru olanı yapman. Çünkü bu an, elindeki tek şey. 

Doğrudur, elimizde Şimdi’den, şu andan başka bir şey yok. Aynı zamanda da Bütün’den, yani Hayat’tan ayrı bir varlığımız da yok. Umarım bu kez doğru olanı yaparız. Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine, “Bunu defalarca denedik, ama başaramadık. Halway Sheyaamud (Umalım, bu işlesin)” diyordu Kaostan Düzene adlı kitabında.  

Patateslerle (Genel Görelilik) Bezelyelerin (Kuantum) dünyası  

Kâinatı ve giderek dünyayı ve insanları, hatta şeyleri “çoklu bir fraktal yapı olarak düşünürsek” uygarlığımız, hemen, bir an önce fraktal, yani Bütün’le/Hayat’la uyumlu  hale gelmelidir. Buradaki “Ana fikir, en genişten en küçüğe kadar tüm ölçeklerde, bir hiyerarşi içinde birbirine bağlı bir yapının var olmasıdır” ki kendi vücudumuza baktığımızda bile, vücudumuzda farklı ölçeklerde birbirinin içine geçmiş sistemleri görebiliyoruz. Bütünün köklü özelliklerinden biri de, bütünün içindeki parçanın tıpkı o bütün gibi olmasıdır ve bu sonsuza kadar kendini tekrarlıyor. İşin tuhafı sonlu bir alana sıkıştırılmış sonsuzluklarla dolu her bir tarafımız. Örneğin “… dolaşım sisteminin muazzam büyüklükteki bir yüzeyi sınırlı bir hacme sığdırması gerekiyor”, öyle ki “vücut böyle karmaşıklıklarla dolu” ve “sindirim sistemi dokusunda kıvrımlar içinde kıvrımlar olduğu görülüyor.” Diğer yandan ise vücut denen bu son derece karışık ağla daha büyük, devasa ölçeklere, yıldızlara, galaksilere ve giderek kainata bağlanıyoruz. Belki de tam da bu yüzden bir ‘ara ölçek’ olarak insan, hem devasa ölçekli yıldız ve gezegenleri, onlar arasındaki neredeyse sonsuz boşluğu (patateslerin dünyası -çok büyük gezegenlere hükmeden yasalar/görelilik- diyor buna Stephen Hawking) hem de daha küçük ölçekli çiçekleri, kuşları, arı ve böcekleri ve giderek her şeyin bir çorba gibi olduğu kuantum dünyasını (buna da bezelyelerin dünyası -çok küçük parçacıklara hükmeden yasalar- diyor Stephen Hawking) birbirine bağlayabilir ki Her şeyin Teorisi de bu iki dünyayı birleştirme teorisidir zaten. Bu iki dünya arasında bir simetri var mı elbette bilemiyorum ama patateslerin dünyası, bezelyelerin dünyasının ters dönmüş imajı, yani birbirlerini tersten ‘aynalıyorlar’ gibi. Diyeceğim iki dünya da farklı ölçekte fraktal yapılanmalardır ve tam da bu noktada “kendi içine kazınmış fraktal bir biçime sahip” insan zihni makro kozmosla mikro kozmos arasında fraktal bir arayüz olabilir. Bütün’den, yani Hayat’tan kendini ayıran ‘insanbiçimsel çerçeve’ye takılmazsak, yani biçimselliğin ötesine geçebilirsek, yani kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir şey olan Bütün’ü, Hayat’ı göz önüne alabilirsek, Bütün’le aramızdaki zihinsel perde egoyu, yani ‘ben’ sandığımız illüzyonu kaldırabilirsek böyle fraktal bir bağlantı mutlaka iş görecektir. Belki de böylece patateslerin ve bezelyelerin dünyasını birleştirerek Bütün’ü, yani Hayat’ı, yani o tekliğin, biricik ve eşsizliğin, yani bu haliyle o Yokşey’in, Hiçşey’in gerçek doğasını hakikaten anlayabileceğiz.

Egoların Savaşı’nın Ötesinde Yeni Çatı

Bütün’ün, yani Hayat’ın “sonsuza kadar kendi içinde gömülü olmasını” anlamak, bunu kafada canlandırmak belki çok zor, ama tek, biricik ve eşsiz şey’in farklı ölçeklerde kendini tekrar etmesi anlamlı bir şey olsa gerek. Diyeceğim iç içe oluşlardan, ölçekler değiştikçe oluşan farklılıklardan anlam, değer ve kurallar çıkaran bir bilinç yaratmak gerek.
Bütün’ün, Hayat’ın gelip geçici aldığı biçim ya da çerçeveyle özdeşleşmemiz, sanırım asıl sorun bu. Öyle ki, Bütün’den, yani Hayat’tan ayrı ve müstakil bir varlık olduğumuzu sanıyoruz. Bu yüzden kaygı, korku ve stres içindeyiz. Bu yüzden öteki/ler var. Bu yüzden şu ya da bu düşüncelerle dolu zihinlerimizin sahneye, perdeye, yani bilince yansıttıklarını gerçek sanıyoruz. Yansıyanı gören göz bunları zihne ilettiğinde devre, zihin-bilinç/sahne-göz kapalı devre sistemi kapanıyor ve biz bu kompülsif (zorlayıcı) filmin bilinçsiz oyuncuları oluyoruz. Binlerce yıldır sahnede, perdede, yani bilinçlerimizde sergilenen oyun, film olsa olsa Egoların Savaşı’dır. Zihinlerimizin bilince yansıttığı bu filmin elbette kısmi bir gerçekliği vardır ama bu kısmi gerçekliği Bütün’ün, yani Hayat’ın kendisi sanma hastalığı bizi Bütün’den, Hayat’tan, dolayısıyla da öteki sandığımız diğerlerinden ayırıyor.

Filmi böyle kurunca işte…

Bütün gerçek değildir diyordu Adorno. Ah, evet tek, biricik ve eşsiz şey, yani Bütün bu haliyle Yokşey’dir, Hiçşey. Ancak yokluk ya da hiçlik, boşluk olarak düşünülmeli, kafada öyle canlandırılmalı ya da Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin Artaud’dan alıp kullandığı “organsız beden”[2] şeklinde… “Organsız beden” anlaşılacağı üzere biçimsizdir, aynı zamanda da şartsız ve zamansızdır. Tam da bu yüzden gerçek değildir. İşte bu görünmez “mevcudiyet” görünür, işitilir, dokunulur, yani gerçek olurken, yani var olurken biçime, çerçeveye, paranteze girer. Öyle ya doğup ölmeseydim nereden bilecektim var olduğumu. Diyeceğim sonsuzluk sonlu alanlarda mümkündür, biçimsizlik bu yüzden kendine biçimler edinir, şartsızlık şartlı hale gelir. Öyledir; kedi, kedi olmanın; gelincik, gelincik olmanın; karınca, karınca olmanın mağlubudur. Bir anlamda şartsızlıktan şartlı tahliyeler söz konusudur.
Adlandırmak, etiketlemek, bir şeyin içinde olduğu zannıyla bir dışarısı var sanmak, biçimle, çerçeveyle, parantezle özdeşleşen zihinsel kurgu egonun işidir. Bir şeye ad verdiğinizde o şeyi sınırlandırırsınız ki bu durum tam da sınırlı bir alana sıkışıp kalmış egoya göredir. Egonun en sevdiği iştir bölmek, ayırmak ve buradan doğru da dünyaya, ötekilerine tıslayıp durmak. Diğer yandan parantezle/çerçeveyle o kadar özdeşleşmiştir ki bu biçimin, yani kendisinin silinip gidiyor oluşana karşı korku içindedir. Bunun haksızlık olduğunu düşünür. Bu yüzden öfkeli, kaygılı ve streslidir. Bu yüzden sürekli şikâyet eder, yani sürekli dır-dır halindedir. İşte bu hastalıklı ‘için’, zihnin dışavurumudur dünyamız/uygarlığımız. Başka ne beklenebilir ki! Egosantrik, yani düşünceleriyle ölümüne özdeşleşmiş ben’lerin yapıp ettiği dünya doğal olarak aynı kalıbı ve insanı tekrarlıyor. Hep birlikte, kolektif zihnimizle yapıp ettiğimiz dünya bizi böyle yapıp ediyor. Yani aslında kendi kendimize kendimizin mağduruyuz. Diyeceğim ölünce silinip gidecek olan fiziksel olduğu kadar düşünsel çerçeveler/biçimler uğruna ölüyor öldürüyor, acı çekiyor acı çektiriyoruz. Perdeyi, zihinsel bir hastalık olan egoyu kaldırmadıkça sahneye yansıyan hep bu hayat olacak. Yapıp ettiğimiz bu hayatın insafına kalmış durumdayız.
Bütün, gerçek olurken/var olurken bütün olmayan gerçek/ler olarak faz değiştirir ki tam da bu noktada ortaya çıkan sonlu alanı ya da gelip geçici biçimi, yani çerçeveyi ben sandığımızda Bütün’e yabancılaşırız ve böylece Bütün’den ayrı olma sanrısı ortaya çıkar. İşte, zihin-bilinç/sahne-göz kapalı devre sistemi ve bunun mahsulü ego, ortadan kaldırmak istediği şeyin (Bütün’ün, Hayat’ın) üzerini bir perdeyle örten bir sihirbaz gibidir. Böylece gözün gördüğüne inanır, bunun gerçek olduğunu düşünürüz, oysa bu, yalnızca illüzyondur.
Fraktal sözcüğünün bir anlamı da “kendine benzeyen demektir”. Bütünle unuttuğumuz bağlantıyı yeniden kurduğumuzda en azından ötekinin kendimize benzediğinin farkına varacağız ki bu farkındalık, bizi, zihnimizin çevirdiği filmin bilinçsiz oyuncuları olmaktan çıkarıp öz(ü)gür yapacaktır. Öyle değil mi, sahneye/perdeye, yani bilincine yansıyanın, egonun farkına varmak onun ötesinde bir varlığının olduğu anlamına gelir. Böylece perde kalkar.
Zihinsel mağaramızdan çıkıp Bütün’le, yani Hayat’la bir olmanın ve öz(ü)gürlüğün tadı neyle kıyaslanabilir ki.
Hele bir uyanıp kalmaya görün!

Devrim oluyor, bak, devirip kendimi gidiyorum
durmayarak durma diyor buna bilge, gidiyorum
yaratmaktan daha cana kıyıcı
cana kıymaktan daha yaratıcı bir şiir var mı acaba, gidiyorum.

Yaratmanın ve cana kıymanın zamanı gelecek
henüz zamanımız gelmedi diyor Eliot
‘ilahi Eliot, daha ne zaman kabilesi’nden geliyorum ben
bütün yapıp ettiklerimiz yapılıp edilmedir soyu’ndan
evet, evet Avignonlu kadınlardan
aha işte, yeni bir gökyüzüne davetiyedir bu dünyayı reddiye
o başkaldırıdan geliyorum ben.

Kaynakça
-  doxa, sayı 10, Haziran 2011.
-  Kauntum Nietzsche, William Plank, Türkçesi: Cem Kılıçarslan, Mitra Yayınları, İstanbul, 2012.
-  Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri,René Guénon (Türkçesi:Mahmut Kanık),İz Yayıncılık,1990.
-  Diyaloglar, Gilles Deleuze/ Claire Parnet, Türkçesi: Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul1990.
-  Kaos/Kaosun Kutsal Kitabı, James Gleıck, Türkçesi: İlkay Alptekin Demir, Alfa Bilim, İstanbul, 2014.
-  Var Olmanın Gücü, Eckhart Tolle, Türkçesi:Handan Ünlü Haktanır, Koridor Yayıncılık,İstanbul, 2015.

[1]Şehir kuramı, mimari kuramı, karmaşıklık kuramı ve tasarım felsefesi hakkındaki çalışmalarıyla tanınan matematikçi ve uzman, https://tr.wikipedia.org/wiki/Nikos_Salingaros.
[2] Madde (substance) sözcüğü, “Latince sub stare’den türemiş olan substantia’dan gelir ve altta duran anlamındadır”. “Temel” ya da “dayanak”  anlamında da kullanılır. Ancak substance (evrensel madde/cevher) sözcüğü ile materia (madde) sözcüğünü karıştırmamak gerek. Materia cisimsel anlamda maddedir, yani biçim almıştır, ele avuca gelir. Substance (evrensel madde/cevher) ise materia’nın, yani biçimleşmiş olanın üzerinde yer alacağı boşluk, temel, yani cevherdir. Bu bağlamda “Organsız beden”e benzetebiliriz substance’ı. Tabii, tam olarak da öyle değildir. Deleuze ve Guattari’nin yazdıkları gibi “Bir Organsız Beden yalnızca yoğunluklar tarafından işgal edilebilecek, doldurulabilecek şekilde yapılmıştır. Yalnızca yoğunluklar geçebilir ve dolaşıma girebilir. Yine de Organsız Beden bir sahne, bir mekan ya da gelip geçen bir şeyin yaslanabileceği bir dayanak değildir… Uzam değildir, uzamda da değildir; uzamı belli bir derecede işgal eden – üretilen yoğunluklara denk düşen derecede işgal eden maddedir. Katmanlanmamış, şekilsiz, yoğun maddedir, yoğunluk matrisidir, yoğunluğu sıfıra eşit maddedir… Sıfırdan başlayan yoğun bir büyüklük olarak gerçeğin üretilmesidir”. Diğer yandan “Döllendiğinde ve kendi embriyosunu geliştirmeye başladığında çok çeşitli organlar doğurma potansiyeline sahip olan, şekilsiz bir enerjik ve mineral malzemeler bütünü” de denilebilir “Organsız Beden” ya da substance için. Bütün bunlara bir ek yapmak gerekirse Skolastik düşünürlerin, “Aristo’dan sonra, ‘ilk madde’ (materia prima) ve ‘ikinci madde’ (materia secunda) terimlerini kullanarak” substance ile materia’yı birbirinden ayırdıklarını söyleyebiliriz.

Monday, March 21, 2016

Bir azınlık/şair oluş: Ahmet Ada



























https://www.veyayinevi.com/bir-azinlik-sair-olus-ahmet-ada-uluer-aydogdu/

Bir azınlık/şair oluş: Ahmet Ada


Ve “kendi değirmisinde” Ahmet Ada’nın yarına, insana, ‘oluş’a, direnişe alamet geldiği ‘açıklık’, Yağmur Başlamadan Eve Dönelim adlı son kitabı… Kitabı okurken aklımda hep Proust’un “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır” cümlesi vardı. Tıpkı fırtına gibi, tıpkı sel gibi, tıpkı volkanlar ya da kuşlar gibi…
Üvercinka‘nın Kasım 2015 sayısında Uluer Aydoğdu, Ahmet Ada şiiri hakkında yazdı.
Ahmet Ada’nın; Taşa Bağlarım Zamanı[1] (2009) adlı kitabından Taşın Sesi’ne[2] (2014), oradan da son kitabı, ‘düzyazı şiirleri’Yağmur Başlamadan Eve Dönelime[3] (2015) düz-doğrusal (linear) bir hat, bir çizgi çektiğimizde bu üç noktanın (tabii arada başka kitaplar/ noktalar da var) koordinat sistemindeki kronolojik uğrak yerleri olduğu doğrudur, ancak bu düz-doğrusal çizgiyi, bu çubuğu alıp iki ucundan bükerek birleştirirsek non-linear, yani düz-doğrusal olmayan bir ‘Ahmet Ada Çevrimsel Süreci’ elde ederiz.
Peki, güzel, ama ne işimize yarayacak bu?
Düz-doğrusal (linear) zaman algısı, bizi yaşayan; içinde yaşadığımız ve sevdiğimiz ve öldüğümüz dünya yerine nicelikler dünyası da diyebileceğimiz bir dünyaya koyar. Böylece bu dünya ve öteki dünya ayrımı oluşur ki iki dünya demek iki gerçek, ya da 1977 Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’nin vurguladığı üzere “hiçbir gerçek demektir.” Buradaki asıl sorun ise bir şeyin içinde olduğumuz zannıyla bir dışarısının, dolayısıyla da dışarıda, her şeyin dışında bir efendi, bir otorite olduğunu sanmamız… “Bu, “evren bilmecesini çözmüş” fakat onun yerine başka bir bilmeceyi, yani kendi bilmecesini koymakla yetinmiş modern aklın trajedisidir.” Oysa düz-doğrusal (non-linear) zaman anlayışıyla içerisinin ve dışarısının, başlangıç ve sonun olmadığı bir açıklığa varırız. Öyledir, Ahmet Ada, Taşın Sesi’nde, varlık (being) ile oluş (becoming) arasındaki ayrılığı ortadan kaldırıp kendisini dışarıda duran bir şair-efendi ya da şair-otorite olmaktan çıkararak taş dediği oluşa, oluş dediği taşa, yani bütüne katılarak içeri ve dışarının olmadığı büyülü bir ‘bütünün’ şiirine varır. Sanki bütün, kendi kendine, kendini dillendiriyordur.
Ahmet Ada
Ahmet Ada
Ahmet Ada Şiir Evreni
Evren, eğer yalnızca ‘patateslerden’, yani büyük cisimlerden, bu büyük cisimlerin kendi aralarındaki ilişki ve etkileşimlerinden oluşsaydı (Descartesçı ve Newtoncu biçimde birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız üç boyutlu nesne ve düz-doğrusal, yani linear zaman anlayışı), kendimize kesin bir başlangıç koyup bu başlangıç koşullarından hareketle evreni, dünyayı, insanı, dolayısıyla da ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ni açıklayabilirdik ama bu evrende yalnızca patatesler yok, bu evren, aynı zamanda da daha küçük, belirsiz ve kararsız yapılanmaların, bezelyelerin de evreni. Burada; koylar içinde koylar, bu koyların içinde devasa dalgalar ve gel-gitler var. Küçük fırtınaların büyük fırtınalar gibi davrandığını görürsünüz ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’nde, non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşsüz dalgaların (“Geri alamam damlayan hüznün mürekkebini”, Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, s. 13) var olan anlam, değer ve kuralların kıyılarını, sahillerini ısrarla ve inatla dövdüğünü, bu alanı durmadan genişlettiğini.
Tamam, çevrimsel süreçlerin döngüsel olduğu, döngüselliğin ise pek de yaratıcı süreçler olmadığı söylenebilir. Ancak çok iyi biliyoruz ki evren de, dünya da ve giderek çevremizde gördüğümüz her şey düz-doğrusal olmayan geri besleme ilmekleriyle birbirlerinin içine yerleşmiş geçici, ama son derece verimli ve yaratıcı konfigürasyonlardır (yapılanmalar). ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’nde, düz-doğrusal (linear) baktığımızda başlangıç ya da son dediğimiz uğrak noktaları non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşümsüz bir bakışla anlam ve önemini yitirir. Öyle ki Ahmet Ada şiirinde, tıpkı çevrimsel süreçlerde olduğu gibi sürekli bir ‘ölüm-yeniden doğum’ döngüsü vardır. Bu yüzden ben ısrarla, Ahmet Ada’da ölümün aslında, yeniden doğum olduğunu söyleyeceğim. Öyle görünüyor ki özellikle Taşa Bağlarım Zamanı ve Taşın Sesi’nde ortaya çıkan ‘ölüm korkusu’ aynı zamanda da doğum korkusu ve doğum kaygısıdır. Tam da bu yüzden bu iki kitabın son derece yoğun non-linear geri besleme trafiğiyle birbirlerini var ettiğini söylemek mümkün. Hatta birbirlerinin içinde birer ‘doğum kanalı’ olarak uzandıklarını da söylemek gerek. Tam da bu nedenle ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ kendi kendine, kendini organize eden, kendi kendine, kendini var ettikçe var olup, var oldukça da kendi kendine, kendini var eden ve dışarıdan bir efendiye, bir otoriteye gereksinim duymayan ‘self-organization’ (kendi kendine yapılanma) olarak görülmelidir.
Görebilen gözler, şairin Taşa Bağlarım Zamanı adlı kitabında zamanı bağladığı taşın aslında raks eden kaos, yerinde duramayan, böylece ‘yerinde durmayarak duran’ bir dinamik oluşum olduğunu görecektir. Kitapta, varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma ana motif olarak görünse de aslında bir varlık varsa, onun arasız, sürekli ‘oluş’ olduğunu ortaya çıkarıyor Ahmet Ada. Şu dizelerdeki ‘hiçlik’ vurgusu, “Belki hiçlik bu denizden çektiğim/ Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması” ya da “Elimi uzatsam varlığımın hiçliği”, acı da olsa evrenin ya da doğanın ‘oluşmaktan’ başka bir varlığın olmadığının anlaşılmasından başka bir şey değil. Tabii, arka planda hiç yoktan bir evrende yaşadığımızı göstermesi bakımından da önemli. Taş, uyukluyor gibi görünse de, anlam değer ve kuralların ve dilin akışının, insanın için için ve dışın dışın ağrıyışının, yerinde duramayışının, pervasızlığının ve giderek başkaldırısının, başka bir söyleyişle de o raks eden kaosun ta kendisidir. Her defasında damağımızda gelip geçmelerin, hallerden hallere savrulmaların (faz değişimleri) o kekre, o hüzünlü tadı kalır böylece. Bu geçici, ama verimli ve son derece yaratıcı döngüyle geçici olmayanın, o ‘varoluşun’ farkına varırız. Öyledir, sonsuzluğun açtığı parantezdir, kapanacaktır, ama ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’ girdiğimiz sonlu alanı, o düz-doğrusal çizgiyi, o hattı, o çubuğu iki ucundan büküp birleştirerek bu kronolojik iki uğrak yerini sonlandırır ve böylece adeta sonsuzluğun sağlamasını yapar. Başlangıç ve son birbirine bağlandığında görülecektir ki bir şeyin içinde olduğumuz zannıyla var sandığımız dışarısı kendiliğinden ortadan kalkmış ve mağlubu olduğumuz o metafizik, o aşkın sulardan uzaklaşmış ve evrene yeniden dahil olmuşuzdur. İşte evrene, dünyaya dahil oluşumuzun şiiridir Ahmet Ada şiiri.
Hele bir uyanıp kalmaya görün
Yukarıda, Ahmet Ada Şiir Evreni’nin bir ‘self-organization’ (kendi kendine yapılanma) olduğunu söylemiştik. Bunu söylerken, çevrimsel sürecin ya da non-linear, yani düz-doğrusal olmayan geri dönüşümsüz zaman anlayışının kendi kendine kendi canına kıydıkça kendi kendine, kendini yarattığını vurguluyorduk. Burada yaratan da yaratılan da, cana kıyan da, canına kıyılan da çevrimsel süreçlerden geçen evrenin, dünyanın kendi kendine kendisidir. “Bir varoluş cini olduğundan hiç kuşku duymadığım Goethe, Faust’ta,  Mephisto eliyle, “Hep yadsıyan o ruhum ben!/ Çünkü oluşan her şey,/ Yok olmayı hak eder” derken aslında her şeyin, dağların, uyuklayan kayalıkların, binaların, anlam, değer ve kuralların termodinamiğin ikinci ilkesinin mağlubu olduğunu söyler bize şiir diliyle.”. Evren ya da dünya kendi canına kıydıkça kendini yaratacağını bildiğinden kendi canına kıymakta hiçbir zorluk yaşamaz, değilse hiçtir. Öyledir, “Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (Taşa Bağlarım Zamanı, s. 35.) Ahmet Ada da elbette ‘oluş’a doğru bükülür. Rumî’den çalarak söyleyecek olursam: “Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktur” çünkü.
Ben evrenin, dünyanın, insanın ve giderek etrafımızda gördüğümüz her şeyin kendinde kendi kendine, kendini var ettikçe var olup, var oldukça da kendi kendine, kendini var eden birer “güç istenci” olduğunu düşünüyorum. Bir belirip bir yok olan güç istençleri tam da kendilerinden bekleneceği üzere birbirinden ayrı, bağımsız yapılanmalar olarak ortaya çıkarlar. Şartsızlıktan şartlı tahliyeler söz konusudur çünkü. Kuvve bütün olarak değil, sonsuz gerçekler olarak fiilleşir. Şöyle de diyebiliriz: Sonsuzluk, sonlu alanlarda var olur ya da ölümsüzlük ancak ölümle mümkündür, değilse sonsuzluktan ya da ölümsüzlükten söz edemeyiz. Fiil alanı birbirinden ayrı, birbirinden bağımsız gibi duran, böyle görünen gerçeklerin birbirleriyle karşılaşıp kapışma, birbirleriyle yeni dayanışmalara, yeni işbirliklerine girişme alanıdır. Bu da zaten şeylerin/ gerçeklerin kendi imkan ve kabiliyetlerini (şartlı tahliyedir hepsi) giderek daha büyük bütünlere açma ve böylece her seferinde yeniden yapılanıp örgütlenme bilgisiyle örtüşen bir bilgidir. Tabii, sistem dengedeyken, yani zamanın oku geleceği göstermediğinde, yani bir yarın hayali, düşüncesi yokken oyuncular, aktörler, yani madde kördür. Kördür çünkü sistem içeriden ve dışarıdan enerji akışları olmadığında var olan konumunu sürdürme eğilimindedir. Bu durumda az önce söz ettiğimiz oyuncular bir çeşit uyurgezer gibi hareket ederler ki sistem için bunda anlaşılacağı üzere nice fayda vardır. Ancak ne olursa olsun, uyuklayan bir kayalık bile aslında raks eden bir kaostur. Taş gibi deriz ya, eğilmez, yerinden oynamaz, ne yaparsak yapalım katılığından asla vazgeçmez, o taş bile görebilen gözler için mücadelenin, kavganın, kapışmanın sürdüğü bir alandır. Yani her şeyde, bir ‘burada kalmayarak burada kalma’ bilgisi vardır. Hele bir uyanıp kalmaya görün.
Yaðmur Baþlamadan Eve Dönelim (KAPAK)
“Dilsel bir direnç” olarak şiir
İşte Ahmet Ada da uyanıp kalanlardandır ve bunda, politik bir bağlam vardır. Belki, Ahmet Ada için doğrudan ‘toplumcu gerçekçi’ diyemeyiz, ama şiirinin, özellikle de son kitabı, ‘düzyazı şiir’ler toplamı Yağmur Başlamadan Eve Dönelim’de “çağıyla örtüşmeyen, çağından izler taşımayan şiir”e karşı “kendi içinde dilsel bir direnç”[4] gösterdiğini söylemeliyim. Son otuz-kırk yıldır Türk şiirinde kaybedilen sınıfsal bakış açısının yeniden kazanılmaya çalışıldığını, bu bağlamda Ahmet Ada’nın mevziiye girdiğini görebiliyoruz. Her ne kadar ‘uzaktan baksa’ da şair “toplumcu gerçekliğin önemli bir deneyim olduğunun” farkında: “Ah benim gülüşüm çalımlıydı gök bitiminde duran kızlara. Sonra otobüs bekleyen kızlara. Onlar Gezi Parkı’nda da görüldü. İstiklal Caddesi’nde de. Ve onlar için ‘çapulcu’ denildi. Kırmızılı siyahlı gözüpeklikti topuklarına dek onlar. Naz, berrak, arı sularla katıldı karnavala. Ben uzaktan baktım.” Ancak bu uzaktan bakış, pek de uzakta duruyor gibi görünmüyor: “Söylence” adlı şiirde (Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, s. 22)  “insanlığın sorunsallarını içeren, yeni biçimsellikler taşıyan, izlek genişlemesi içinde olan”[5] bir tavra, ‘yarınlı’ bir şiire dönüşüyor:
“… Parklar anımsıyor özgürlük isteklerimizi. Ondan mıdır bilmem duvarlar kuşlarla dolu. Mevsimler savruluyor sökülen ağaçların yerinde. Enginlikle buluşuyor kuş seslerinin içinden geçen Aşk. Böyle değişiyor yenilgiler tarihi. Birikiyor usul usul su, bendini yıkıyor.
Sokaklar sarsılmaz değil, panzerler, ejderhalar yenilmez değil. Şaşmaz balığım yürüyor özgürlüğe. Umudun gürzü iniyor Ferhad’ın elinde. Dağ geçilmez değil.”
Kuşlu, çiçekli, insanlı ve yarınlı şiirin, yüksek edebiyat/ şiir adına dışlandığı, politik olduğundan hiç kuşku duymadığım son derece baskıcı ve zorba bir dönemden geçerek geldik buralara. Yarının olmadığı, yani zamanın okunun geleceği göstermediği, yığınların bir çeşit dinsel huşuyla iç döktüğü (sanki bir içleri kalmış gibi), ortalığı, neredeyse birbirine tıpatıp benzeyen sürüyle ‘için’ kapladığı, hastalıklı sayıklamaların birbirine eklendiği, bana yükseklerden, yücelerden söz edin, diye ünlüyordu Nietzsche, yükselmeyen düşer: ya terakki, ya inhitat!, diyordu Tevfik Fikret, yerine, ‘alçaklığın’, ‘düşkünlüğün’ moda olduğu… Özgürlüğün; insanın özü olan akışı, pervasızlığı, başkaldırıyı gürleştirmek olduğunu unutmuş görünüyor şairler, biz hatırlatalım, burada kalan, oluş(a)mayan ölür. Tabii, Ahmet Ada’nın yeterince yankı bulmamasında hem ‘killing by silience’ (sükût suikastı) denen politik bir tavır var hem de uyuyup kalanlar, uyurgezerler arasında böyle bir etkileşimi beklemek safdillilik olur. Yukarıda söz etmiştik, zamanın oku geleceği göstermiyorsa madde kördür ve bu ortamda ‘oyuncular’ birer sleepwalker, uyurgezer olarak birbirlerinden habersiz, birbirlerine yabancı elemanlar olarak biyolojik yeme-içme ve çiftleşme aygıtlarına (sürü) dönüştürülmüştür.
Peki bu durumda ne olacak, hemen söyleyelim: Sistem bütün imkân ve kabiliyetlerini tüketip birörnekleşerek tekdüzeleşinceye kadar evrimleşecektir ki belki de bu sürecin sonuna çoktan geldik. Türk şiirinde toplumcu yanların tamamen ortadan kalktığını söylemek sanırım abartı olmaz. Yerine ‘yarınsız’, ‘geleceksiz’, ‘söyleyecek pek bir şeyi olmayan’ sürüyle iç döküş, sızlanış ve sayıklamalar var artık. Zamanında kısmen yeni ve ilerici bir üslup değişmesi olan İkinci Yeni’nin dili bile şimdilerde herkesin hiç de sürpriz olmayan bir şekilde içinde debelenip durduğu bir bataklığa dönüşmüş durumda. Yarın yoksa insan da yoktur, dolayısıyla şiir de.
Aydınlık sandığımız bilincimiz belki de bulanıklıktır
“Kendi değirmisinde gök/ Duyabiliyor musun?” diye soruyor ya Ahmet Ada, bu soru apaçık evrenin, dünyanın, doğanın, insanın kendi çevrimsel sürecinde olduğunun farkındalığıdır. Descartçı ve Newtoncu algı zamanı düz-doğrusal, yani linear ve nesneleri de üç boyutlu ve birbirinden ayrı, bağımsız konfigürasyonlar şeklinde algıladığı için, böyle bir algının mağlubu olarak çağımızın bir alameti niceliğin egemenliğindedir. “Şeyleri büyüklükleri ve ömürleri açısından düşünme alışkanlığında olan bir uygarlık”tan söz ediyorum. Bu yüzden, Merleau-Ponty’den haraketle aydınlık sandığımızın bilincimizin aslında bulanıklık olduğunu söylemek mümkün. İşte, Ahmet Ada şiiri, bu bulanıklığı oradan kaldırmanın da şiiridir. Öyledir, ‘durmadan duran’ evrenin sesini işitiriz, o raks eden kaosun sesini, durulmuş, sade ve zarif Ahmet Ada diliyle. Varlığın oluş, oluşun varlık oluşunu… Şöyle de denilebilir: Taşın Sesi, nicelikler dünyasından nitelikler, başka bir ifadeyle “oluş” dünyasına geçen deneyimin sesidir. Bu bağlamda okuyucuyu bir bilinç gezintisine çıkardığını söylersek sanırım en doğru tarifi yapmış oluruz.: “Taşın sesi suya değdi / Taze bir sesti belki yeşil / Varlığım ürperdi duyunca / Ağaçlar kadar büyük müziği”.
“Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır”
Ve “kendi değirmisinde” Ahmet Ada’nın yarına, insana, ‘oluş’a, direnişe alamet geldiği ‘açıklık’, Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, adlı son kitabı… Kitabı okurken aklımda hep Proust’un “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmışlardır” cümlesi vardı. Tıpkı fırtına gibi, tıpkı sel gibi, tıpkı volkanlar ya da kuşlar gibi…
Tabii, düzyazı şiirler bunlar, ama “Düzyazı şiiri (poème en prose), şiirli düzyazıyla karıştırmamak gerekir.”[6] Gerekir, çünkü “Şiirli düzyazı düzyazıya aittir.”[7]  Bunları şu nedenle söylüyorum: “Şiirli düzyazı (prose poème) romanın, öykünün dili olabilir, olmayabilir de. Sözgelimi Yaşar Kemal’in dili şiirli düzyazıdır. Düzyazının içinde kalır”[8] ve “Seçkin şiir okuru şiirli düzyazı ile düzyazı şiirin ayrımına varır ve öyle okur.”[9] Diğer yandan, bu kitapta Ahmet Ada, ‘oluş’u, akışı, akışkanlığı var edip gösteren bir üsluba ulaşmış. Bu üslup için Gilles Deleuze ve  Claire Parnet  “… kendi ana dilinde kekelemektir. Bu çok güçtür, çünkü bu tip bir kekelemenin gerekliliği olmalıdır. Bu sözlerinde kekeme değil, kendi dilinde kekeme olmaktır. Ana dilinde yabancı gibi olmak. Bir kaçış çizgisi yapmak”[10] diyordu. Öyle görünüyor ki şair-oluş’la azınlık-oluş aynı ya da benzer şeyler ve Ahmet Ada Türk şiirine böylesine bir azınlık/şair-oluş’u katmıştır. Öyle olmasa “Yol devam edecek yol olmaya kendisi için” ya da “… çağları eskiten sokaklardan öğrendim göğün sinemasını”, der miydi hiç? Deleuze ve Parnet’in yukarıda çok güç olduğunu söylediği o kaçış çizgilerinden biri de kitaptaki “Cellat çağı”dır (Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, s. 40): “Ve boynumuz Emrah, sevdamız Karacaoğlan, isyanımız Pir Sultan’dı. Saçtık Anadolu’ya göz göz sevinç tohumlarını. Kovaladık kibri kale kapılarından. Usul usul düşerken gölgeler insanlık sofralarına, maviydi soluğu Yunus’un. Yağmur yeğniydi, ırmaktan alıyordu gücünü./…”
Genel olarak; ‘Mekanistik Dünya Görüşünün Ötesi’ de diyebileceğimiz bir açıklık ve berraklıkla düz, doğrusal (linear) olmayan bir zaman ve üç boyutlu uzaya dayanmayan, yani Descartesçi/Newtoncu algının ötesinde bir zihinselliğin sahneye/bilince indirdiği şiirler bunlar. Okuduğunuzda zihin, bilinç (sahne) ve göz üçgeni de diyebileceğimiz kapalı devre sistem tamamlanacak, başka bir deyişle böylece anahtarı çevirerek yeni bir paradigma altındaki çok boyutlu bir dünyaya, ‘Ahmet Ada Şiir Evreni’, gireceksiniz.
Mutlubaharlarevi, İzmir, Eylül 2015.
Uluer Aydoğdu, Üvercinka, Kasım 2015, Sayı: 13,  s. 2

Dipnotlar
[1] Taşa Bağlarım Zamanı, Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Taşın Sesi, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014.
[3] Yağmur Başlamadan Eve Dönelim, Ahmet Ada, Ve Yayınevi, İstanbul, 2015.
[4] Şiir Dersleri, Ahmet Ada, Artshop, İstanbul, 2011, s. 50.
[5] age., s. 51.
[6] Şiir Yazıları, Ahmet Ada, Şiirden Yayıncılık, İstanbul, 2014, s. 65.
[7] age., s. 65.
[8] age., s. 65.
[9] age., s. 66.
[10] Diyaloglar, Gilles Deleuze/ Claire Parnet, Bağlam Yayınları, Türkçesi: Ali Akay, İstanbul, 1990.

Friday, March 18, 2016

Uluer’in, Pen-Ek Rataranuang ’a, Beyninden Vurulmuş halde, tepetaklak yazdığı mektuptur





Pen-Ek Rataranuang, Head Shot (Beyninden Vurulmuş, 2011)





Uluer’in,  Pen-Ek Rataranuang[1]’a, Beyninden Vurulmuş halde, tepetaklak yazdığı mektuptur



- Karaokeyi severim, kökleri gökyüzünde ağaçları ve perileri.



Sevgili Pen,

sana rastladım

rastlamak kapıp çalmak demektir buralarda

seni kaptım, seni çaldım

hayatın bir bildiği olmalı

beynimden vurup

basbayağı büktün beni

basbayağı evirildim

alacalandı mı üzüm durmaz yürür şaraba

sonrası mı şiir kerim

bir rüyaya koyuldum sanki uzun ve ince.



Evrendeki Son Yaşam, kalecik karamdır, öküzgözüm.



Kızılırmağı bilir misin

gökyüzünde doğmuş abdalın biridir

onun kalbinden ne geçiyorsa Pen

Hayalet Dalgaları’nın kalbinden de onlar geçiyor, bilesin

kertenkelelerin kanununda ne varsa

durmayarak durmak, bunun üslubu, bunun renkleri

Kenji’nin kanununda da var

bildim, işin şarap damıtmak senin

kalpleri sulamak

aşağıları yukarılayıp yukarıları aşağılamak

bu bir raks, bu bir gökyüzü kayığı

belki de bir tilt makinesidir

gördüm

gökyüzü eşrafından Kıristofer[2]

bir büyük ormanda yaşayan karatavuğun teki de diyebiliriz pekala

uyuklayan taşı toprağı alıp bir güzel çiğnemiş kalbiyle

şıra yapmış

hayatın yanağına gamze yapmış

alaycı tebessüm anıtı kasvetin ortasına

bıraktığı lezzeti

olsa olsa Evrenin Sonundaki Restoran[3]a gidip

Büyük Çöküş’[4]e bakarken yaşadığım o karşı, o ters lezzetle kıyaslayabilirim

Tul, demokrasinin bittiği yerde esaslı bir yumruk, of

bıçağa sevdalı canım bir ten, of

şiir hızında alacalı bir kurşun, of

kimi zaman böyle anlaşırız birbirimizle

öyle değil mi sevgili Pen!



Bozunup gidiyoruz

savrulup gidiyoruz

sürüklenip gidiyoruz

yaprağın bir bildiği olmalı

gidip ağaclara, rüzgara sormalı

diyorlar: bir şey ne kadar ihtimalsizse

yapamayacağı hiçbir şey yoktur tıpkı hayat gibi

ummandan, o büyük gölden şartlı tahliye işte

senin şu tatlı Noi, sonra onun kardeşi Nid

bir nesil daha yeniden başlıyor

burada kalmak tehlikeli ve yasaktır diye bir oluş emre sarılı

anladım ki alacalı ve sıracalı bir memleketimiz var kaburgalarımızın altında

at, at olmanın

kaplan, kaplan olmanın

insan, insan olmanın mağlubu.



Nehirdir zaman

dağları söküp söküp varoluş sahanlığına taşır

çünkü yeniden, yeniden karılıyoruz

çünkü bu gitmelerimiz günün birinde gelmek olacak

tutku der kimileri buna, oyun der, yaşama uğraşı[5]

ipini kopartmış canım o uçurtmaya soracak olursan

ölümün tersi doğum değil

ihtirastır[6], adamım, safkan at, ihtiras

sen çok yaşa emi, Pen.



Ben seninle ilerilere gittim, çok ilerilere, gerilere

rüzgarda dal budak salmaları

kökleşip yerleşmeleri göremezsin

ben o rüzgara

kırlangıçlar çağırdı da hayır mı dedim

ben o göğe gittim

irili ufaklı bir sürü ırmakta yıkandım

upuzun şiirlerde, Düzenbaz[7]ın birinin zihninde

dünya bir bütünken konuşmaya ihtiyacı yoktur sevgili Pen, bilirsin

ne zaman bir yerimiz ağrır

orası konuşmaya başlamıştır

ben o dile gittim

kainatın ağrıyan yeri insana

zarlar yuvarlanıyor henüz, zarlar gelmedi

dişleyip dişlenmeye

kimi zaman birisiyle iletişim kurabilmenin tek yolu onu öldürmektir, diyordu Kapote

ben bukalemunlar için müziğe[8] gittim

şiir yazabileceğime yumruk atabilmek isterdim, diyen Gökçenur[9] bir şaire vardım

yapıp ettiğimiz dünya karışmış havaya

karışmış suya

karışmış söze ve sükuta

yapıp ediyor her şeyi

o diyalektiğe gittim ben

senalar olsun çam ağacının hışırtısına, elmanın çekirdeğine.



Pen,

zihin, bilinç ve göz arasında kapalı gişe birer film olan hayatlarımız

evren hakkında birer evren olan çığlıklardır tıpkı senin filmlerin gibi

ölümden daha doğumcul

doğumdan daha ölümcül bir film var mıdır

herkes toplasın bakalım iç açılarını

bir sığırcık ediyor mu acaba

biz, icabında kuş

icabında kuark yıldızın birinde

icabında aşkın ve devrimin işçisi

biz bir var, bir yok

biz kavga ve elveda!



Mahsus şiir eder gözlerinden öperim, sevgili Pen.



Uluer Aydoğdu



Cazkedisi, sayı 1, Nisan 2015.





[1] Taylandlı yönetmen. Head Shot (Beyninden Vurulmuş, 2011), Last Life in the Universe (Evrendeki Son
  Yaşam, 2003), Invisible Waves (Hayalet Dalgalar,2006),  Nymph (Orman Perisi, 2009) filmlerinden bazıları.   
  Christopher (Doyle),  Evrendeki Son Yaşam filminin görüntü yönetmeni. Kenji, Noi ve Nid, Evrendeki Son  
  Yaşam filminin kişileri.

[2] Pen-Ek Ratanaruang ve görüntü yönetmeni deyince akla ilk gelen isimlerden olan Christopher Doyle.

[3] Douglas Adams'ın Otostopçunun Galaksi Rehberi serisinin ikinci kitabı, 1980.

[4] Big Bang’in (Büyük Patlama) tersi, Big Crunch ( Büyük Çöküş).

[5] Yaşama Uğraşı, Cesare Pavese.

[6] Tennyse Williams.

[7] Ploy (Düzenbaz, 2007), Pen-Ek Ratanaruang,

[8] Bukalemunlar İçin Müzik, Truman Capote, Remzi Kitabevi, 1990.


[9] Gökçenur Ç.