Wednesday, July 02, 2014

Süreksiz aklın sürek avı

Süreksiz aklın sürek avı

 

Şöyle başlayabilir miyim, “Hz. Muhammet diyor ki; cennet üç kişiyi özler, Ali, Selman ve Ammar.” Son zamanlarda hakkında çok konuşulan, yazıları tartışma yaratan dinbilimci Eren Erdem’in Din, Devrim ve Aşk / Selman-ı Pak adlı kitabından öğreniyoruz bunu. Buradan başladım çünkü böylece dünyaya, hayata yaklaşma istikameti din olan kimi İslamcıların çelişkisini göstermeyi umuyorum. Asıl çelişki ise yazının sonuna doğru.

 

“Ters evrim”

 

2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta, Madımak Oteli’nde 33 yazar, düşünür ve şair, “cennetin özlediği” Ali ve Pir Sultan Abdal’ı kendine şiar edinmiş Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında yakılarak katledildi. İyi mi, hem de aynı dinden birileri tarafından. Yine Eren Erdem’in başta söz ettiğim Selman-ı Pak kitabından öğreniyoruz ki, Hz. Muhammed’in ölümünden sonra başa geçen dört halifeden bir tek Hz. Ali, İslam peygamberin çizgisini sürdürüyor. Eren Erdem’in “Kur’an ekseninden ayrılmamış Kur’an eri” dediği Hz. Ali’nin çizgisinde olanların aynı dine inanan başka birileri tarafından yakılarak, vahşice öldürülmeleri çelişki değildir de nedir! Hayır, vahşet, barbarlık yeterli değil, daha ötesi, daha fazlası diyebiliriz Madımak Oteli’nde yaşananlar için. Cumhuriyet tarihinde benzerlerini biliyoruz, 31 Mart’ı, Kubilay’ı ama Sivas Katliamı, tam anlamıyla süreksiz aklın sürek avı bağlamında diğer kalkışmaları kat ve kat aşmıştır. Diyeceğim, karşı devrim sürecinde nerelere gelindiğini, yobazlığın nelere kadir olabileceğini dehşet verici bir biçimde yaşayarak öğrendik: Vahşetle yobazlığı, yobazlıkla cehaleti ayırt edemediğimiz zamanları yaşıyoruz. Darwin, “ters evrim” diyordu buna. Üstelik şimdikiler daha beter, beterin beteri anlamında, atı alıp cumhuriyeti yıkmışlardır.

 

Şeytan taşlama ve karşı devrimi haber verenler

 

33 yazar, düşünür ve şairi Madımak Oteli’nde katlettikleri iddiasıyla yargılanan sanıkların avukatlarının kimler olduğunu ise herkes biliyor: Avukatlardan 8’i AKP milletvekili. Aslında bir devir bitmiş yenisi başlamıştır, yani orada yargılanan eski rejimdi. Yukarıda söz etmiştik “ters evrim”den, buna uygun olarak aslında yargılananların yargılama yaptıklarını söyleyebiliriz. Davanın zaman aşımına uğratılarak kapanmasından anlayabiliyoruz bunu. Cumhuriyetin yıkıldığının bir göstergesidir. Başka göstergeler de var elbette: Cumhuriyet’in artık eski, Yalçın Küçük’ün adlandırmasıyla “rejim-i sabık veya devr-i sabık” olduğunu gösteren Yeni Türkiye, Yeni CHP, yeni anayasa çalışmaları gibi adlandırma ve yapılanmalar. Cumhuriyet’in yıkıldığını vurgulamak için bir “yeni”dir almış gidiyor işte, yeni rejime şirin görünme telaşı içinde olduklarını görebiliyoruz. Tam da burada, yine Eren Erdem’in, Zeyd’in pabucu ve nalın, adlı olağanüstü yazısından (Aydınlık, 10 Haziran 2012, Pazar)  hareketle, mademki bunlar pek dindarlar(?),  şeytanın, kelime anlamı itibariyle “uzaklaşan” anlamına geldiğini ve bunun da esas olarak “… akli ve insani erdemlerden uzak” olmak bağlamında dünyaya ve insana yabancılaşmak olduğunu söyleyelim: “Hatırlarsınız, Muntazır el Zeyd pabucunu George Bush’a fırlatmıştı. Yabancılaşmanın siyasal putu taşlanmıştı. İşte, bugün eğer hacı olmak istiyorsanız, tek yapmanız gereken budur. Şeytan böyle taşlanır.” Ancak, oraya buraya tıslayıp hırlayarak ve ona buna taş atıp, 33 insanı vahşice ateşe vererek yakanlara, onları savunanlara baktığımızda bunlar, “… İbrahimi sünnetin balta çektiği uygar putlar önünde secdeye kapanmıştır. (…) Ne yazık! Ne acı!”

 

Şöyle devam edebilir miyim,  2 Temmuz Sivas Katliamı ve sonrasını, bugünleri ta 1980 yılı başında, 12 Eylül henüz gerçekleşmemişken ‘görebilen gözlerle’, hani “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diyerek: Doğan Avcıoğlu, 1980 Ocak ayında yayınlanan DEVRİM ve DEMOKRASİ ÜZERİNE, adlı kitabında "Önümüzde iki yol var; ilk yol Batı merkezlerinde çoktan çizilmiştir ve Sevr antlaşmasının ekonomik planda yürürlüğe konulmasından ibarettir. Bu neo-koloniyel ekonomik büyüme modelinin siyasal sistemi örtülü ya da örtüsüz faşizmdir. İkinci yol, Sevr'i yırtıp günümüz koşullarında Lozan'a yönelmektir", Yalçın Küçük ise, yine aynı tarihte, 1980 Ocak ayında yayınlanan BİR YENİ CUMHURİYET İÇİN, adlı kitabında "Türkiye ekonomisi, artık fakirleşen işçi ve emekçiler için, İslam’ın 'tevekkül felsefesine' daha çok muhtaç duruma geliyor" tespitinin yaparak "Yolun neresindeyiz" diye sorguladığı eylülist rejimin açılımını yapıp "Siyasal iktisadın duygusuz fakat açıklayıcı mantığıyla bakınca ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Ufukta İslam var. Aslında İslamcı baskı şimdi de var. Ufukta olan daha derin bir dinsellik. Türkiye'de daha yoğun İslamcı dinsellik nasıl artabilir? Kısaca üç yoluna işaret etmek gerekiyor (...) Üçüncü yol Erbakan'ı siyaset sahnesinden silip Erbakan'ın temsil ettiği İslamcı dinsel politikayı daha yoğun biçimde uygulamak. Mümkün mü? Açıktır, bu üçüncü yol Silahlı Kuvvetlerin Türkiye'nin yönetimini ele almasına bağlı görünüyor. Bu yüzden bu üçüncü yolun mümkün olup olmayacağı Silahlı Kuvvetlerin yönetime gelip gelmeyeceği tartışmasıyla ilgili görünüyor", diyerek ta o günlerden Sivas’ı öngörürler. Müthiştirler, haberci ve tebliğ edicidirler.

Sivas, cehaletle harmanlanmış yobazlığın ne kadar çirkin, vahşi ve barbar olabileceğini bize göstermesi bakımından -geçmişte yaşanmış bir olay değildir- önümüzde duruyor. Durum ciddidir, o kadar öyledir ki, nasıl örgütlendikleri pek de muamma olmayan bir güruh sözde İslam adına, 33 aydını herkesin gözü önünde ateşe vererek yakmıştır. Yalçın Küçük’ten çalarak söyleyecek olursak durum şudur:  “Türkiye mezarcıların elindedir” ve bu mezarcılar, “bütün kazanımlarımızı, cahiliyeden kalma kazması ile kazmaktadır.” Bir karşı devrim kalkışması, adı Sivas Katliamı’dır.

Varlık ile varoluş
  

Varlık (being) – varoluş (becoming) ekseninde ise, Sivas’ta yaşananların, esasen aynı dine bağlı oldukları halde sabit, durağan (stasis) olduğu için değişmeyen, değişmekten korkan, kaçan bir ‘yapılanma’ ile ‘oluşmak (akmak) olmaktan daha iyidir’ diyerek, “dönüşüm itkisi”, ‘durmayarak duran’ bir ‘örüntü’ arasındaki çelişkiden kaynaklandığını görebiliyoruz. Sürekli değişip dönüşerek akmakta olanın, zaten bir akış olan evrenin yalnızca şu ya da bu olamayacak kadar ezici sayıdaki çeşitliliğine açık olan geçirgenliğinin kendisini ortadan kaldırmak isteyenler karşısında son kertede ona üstünlük vereceğini de…  Avcı /yok edici/ ortadan kaldırıcı rolünü alan başarısız olacaktır çünkü durağandır -zaten bu yüzden de öldürmektedir. Akmadığı, akmaktan korktuğu için akışın dönüştürücü imkan ve kabiliyetlerinden uzaktır ve her seferinde sabitlendiği yere daha sarılmak zorunda kalır. Bu yapılanmanın ne kadar tehlikeli olabileceğini gördük, görüyoruz, ama olumsuz oldukları ve değişemedikleri için bir yandan da çökmektedirler.

İnsanın potansiyeli (gizilgücü) sınırsızdır, ancak insanı birtakım anlam, değer ve kurallarla biçimlendirmek, sayısız yol varken, o yollardan yalnızca birini yürümeye mahkûm etmek onu hem indirgemek olacak hem de potansiyelini (gizilgücünü) küçültecektir. Asıl tehlikeli olan da budur, bu tehlikeli ve olumsuz tutuculuk. Richard Dawkins’in “süreksiz akıl” diyerek “dünyanın başına gelmiş en tehlikeli işlerden” biri olarak gösterdiği marazi bir akıldan söz ediyorum. Bu konuda, Pala İskender ve bir ‘toplumsalaklaştırma’ operasyonu olarak “süreksiz aklın” icadı muhafazakârlık (Şiiri Özlüyorum, Temmuz – Ağustos 2012, sayı 48) adlı yazımda kimi marazı kişilik özellikleri olan cimriliğin, tutumluluğun, titizliğin, inatçılığın ve muhafazakârlığın kaynağını göstermeye çalıştım. Özetle, işte bu sahnede, yalnızca Türkiye’de mi, hayır, dünyanın her yerinde ‘süreksiz aklın’ sürek avı”, diyebiliyorum.

 

Cumhuriyetten Saltanata ve Sivas

 

Kurtuluş Savaşı tarihinde Sivas’ta alınan kararların daha sonra kurulacak Cumhuriyet için kilometre taşı olduğunu düşünmüşümdür hep. Bu yüzden Sivas sembol bir yerdir benim için. Cumhuriyet, Sivas’ta çatılmaya başlamış, saltanat, belki de Sivas Kongresi ile tarihe karışmıştır, ancak yıllar sonra saltanatın cumhuriyete karşı başkaldırdığı yerdir şimdi Sivas. Bu bağlamda yeni “31 Mart” gerici ayaklanması sayabiliriz Sivas Katliamını. Ne yazık ki başarılı da olmuştur. Cumhuriyet’e karşı kin ve öfke dolu yobaz, gerici unsurların hepsini bir arada görmek mümkündür Sivas’ta. Bugünlerde duyduğumuz “Yaktık, yine yakarız” yollu iğrenç beyanatlarında ise şimdi çok daha palazlanmış olduklarını görebiliyoruz. Saltanattan cumhuriyete geçerken “31 Mart” kalkışmasının ezilip atılması Ulus olmaya doğru yapılan önemli bir hamleyken 2 Temmuz ise cumhuriyetten saltanata doğru büküldüğümüzü gösteren bir katliamdır. Böyle okunmalıdır. Süreksiz aklın sürek avı olarak.  

Aslında romantik bir yazı yazmayı düşünüyordum. 1990’ların Ankara’sından, o Ankara’nın sokaklarında tanıdığım Uğur Kaynar’dan, Adakale Sokak’taki Sanat Kurumu’ndan, orada tanıştığımız Behçet ağabeyden (Aysan) söz edecektim. Sanat Kurumu’nun (O dönem kurumun bültenini hazırlıyor ve etkinliklerin organizasyonunda çalışıyordum)  başkanı ve benim Gümüş Tapınak dediğim ve orada nice nice dönüşümlere uğradığım resim atölyesinin sahibi ressam ve öykücü İsmail Gümüş ve Behçet ağabeyle Gümüş’ün Sanat Kurumu’ndaki odasında saatlerce süren konuşmalarımızı, 2 Temmuz 1993’ten birkaç gün önce Gümüş’le muayenehanesinde ziyaret ettiğimiz Behçet ağabeyin bizi de Sivas’a çağırmasını, son anda Gümüş’ün şekeri yükseldiği için gidemediğimizi anlatacaktım, ama yazı kendiliğinden bu istikamete girdi. Yazının bir bildiği olmalı, ben ne bilirim.

 

Uluer Aydoğdu


Murlubaharlarevi, Haziran, 2012, İzmir.   

No comments: