Süreksiz aklın sürek avı
Şöyle başlayabilir miyim, “Hz. Muhammet diyor ki; cennet üç kişiyi özler, Ali, Selman ve Ammar.” Son zamanlarda hakkında
çok konuşulan, yazıları tartışma yaratan dinbilimci Eren Erdem’in Din, Devrim ve Aşk / Selman-ı
Pak adlı kitabından öğreniyoruz bunu. Buradan
başladım çünkü böylece dünyaya, hayata yaklaşma istikameti din olan kimi İslamcıların
çelişkisini göstermeyi umuyorum. Asıl çelişki ise yazının sonuna doğru.
“Ters evrim”
2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta,
Madımak Oteli’nde 33 yazar, düşünür ve şair, “cennetin özlediği” Ali ve Pir
Sultan Abdal’ı kendine şiar edinmiş Pir Sultan Abdal Kültür Derneği tarafından düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında
yakılarak katledildi. İyi mi, hem de aynı dinden birileri tarafından. Yine Eren
Erdem’in başta söz ettiğim Selman-ı Pak kitabından öğreniyoruz ki, Hz.
Muhammed’in ölümünden sonra başa geçen dört halifeden bir tek Hz. Ali, İslam
peygamberin çizgisini sürdürüyor. Eren Erdem’in “Kur’an ekseninden ayrılmamış
Kur’an eri” dediği Hz. Ali’nin çizgisinde olanların aynı dine inanan başka
birileri tarafından yakılarak, vahşice öldürülmeleri çelişki değildir de nedir!
Hayır, vahşet, barbarlık yeterli değil, daha ötesi, daha fazlası diyebiliriz
Madımak Oteli’nde yaşananlar için. Cumhuriyet tarihinde benzerlerini biliyoruz,
31 Mart’ı, Kubilay’ı ama Sivas Katliamı, tam anlamıyla süreksiz aklın sürek avı bağlamında diğer kalkışmaları kat ve kat aşmıştır. Diyeceğim, karşı
devrim sürecinde nerelere gelindiğini, yobazlığın nelere kadir olabileceğini
dehşet verici bir biçimde yaşayarak öğrendik: Vahşetle yobazlığı, yobazlıkla
cehaleti ayırt edemediğimiz zamanları yaşıyoruz. Darwin, “ters evrim” diyordu
buna. Üstelik şimdikiler daha beter, beterin beteri anlamında, atı alıp
cumhuriyeti yıkmışlardır.
Şeytan
taşlama ve karşı devrimi haber verenler
33 yazar, düşünür ve şairi
Madımak Oteli’nde katlettikleri iddiasıyla yargılanan sanıkların avukatlarının
kimler olduğunu ise herkes biliyor: Avukatlardan 8’i AKP milletvekili. Aslında
bir devir bitmiş yenisi başlamıştır, yani orada yargılanan eski rejimdi. Yukarıda
söz etmiştik “ters evrim”den, buna uygun olarak aslında yargılananların yargılama yaptıklarını söyleyebiliriz. Davanın
zaman aşımına uğratılarak kapanmasından anlayabiliyoruz bunu. Cumhuriyetin
yıkıldığının bir göstergesidir. Başka göstergeler de var elbette: Cumhuriyet’in
artık eski, Yalçın Küçük’ün adlandırmasıyla “rejim-i sabık veya devr-i sabık” olduğunu gösteren Yeni Türkiye, Yeni CHP, yeni anayasa çalışmaları gibi adlandırma ve
yapılanmalar. Cumhuriyet’in yıkıldığını vurgulamak için bir “yeni”dir almış
gidiyor işte, yeni rejime şirin görünme telaşı içinde olduklarını görebiliyoruz.
Tam da burada, yine Eren Erdem’in, Zeyd’in pabucu ve nalın, adlı olağanüstü
yazısından (Aydınlık, 10
Haziran 2012, Pazar) hareketle, mademki bunlar pek dindarlar(?), şeytanın, kelime anlamı itibariyle “uzaklaşan”
anlamına geldiğini ve bunun da esas olarak “… akli ve insani erdemlerden uzak”
olmak bağlamında dünyaya ve insana yabancılaşmak olduğunu söyleyelim:
“Hatırlarsınız, Muntazır el Zeyd pabucunu George Bush’a fırlatmıştı.
Yabancılaşmanın siyasal putu taşlanmıştı. İşte, bugün eğer hacı olmak istiyorsanız, tek yapmanız
gereken budur. Şeytan böyle taşlanır.” Ancak, oraya buraya
tıslayıp hırlayarak ve ona buna taş atıp, 33 insanı vahşice ateşe vererek
yakanlara, onları savunanlara baktığımızda bunlar, “… İbrahimi sünnetin balta
çektiği uygar putlar önünde secdeye kapanmıştır. (…) Ne yazık! Ne acı!”
Şöyle devam edebilir miyim, 2 Temmuz Sivas Katliamı ve sonrasını,
bugünleri ta 1980 yılı başında, 12 Eylül henüz gerçekleşmemişken ‘görebilen
gözlerle’, hani “perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diyerek: Doğan Avcıoğlu, 1980 Ocak ayında yayınlanan DEVRİM ve DEMOKRASİ ÜZERİNE, adlı kitabında "Önümüzde iki yol
var; ilk yol Batı merkezlerinde çoktan çizilmiştir ve Sevr antlaşmasının
ekonomik planda yürürlüğe konulmasından ibarettir. Bu neo-koloniyel ekonomik
büyüme modelinin siyasal sistemi örtülü ya da örtüsüz faşizmdir. İkinci yol,
Sevr'i yırtıp günümüz koşullarında Lozan'a yönelmektir", Yalçın Küçük ise,
yine aynı tarihte, 1980 Ocak ayında yayınlanan BİR YENİ CUMHURİYET İÇİN, adlı kitabında "Türkiye ekonomisi,
artık fakirleşen işçi ve emekçiler için, İslam’ın 'tevekkül felsefesine' daha
çok muhtaç duruma geliyor" tespitinin yaparak "Yolun
neresindeyiz" diye sorguladığı eylülist rejimin açılımını yapıp
"Siyasal iktisadın duygusuz fakat açıklayıcı mantığıyla bakınca ortaya şöyle
bir tablo çıkıyor: Ufukta İslam var. Aslında İslamcı baskı şimdi de var. Ufukta
olan daha derin bir dinsellik. Türkiye'de daha yoğun İslamcı dinsellik nasıl
artabilir? Kısaca üç yoluna işaret etmek gerekiyor (...) Üçüncü yol Erbakan'ı
siyaset sahnesinden silip Erbakan'ın temsil ettiği İslamcı dinsel politikayı
daha yoğun biçimde uygulamak. Mümkün mü? Açıktır, bu üçüncü yol Silahlı
Kuvvetlerin Türkiye'nin yönetimini ele almasına bağlı görünüyor. Bu yüzden bu
üçüncü yolun mümkün olup olmayacağı Silahlı Kuvvetlerin yönetime gelip
gelmeyeceği tartışmasıyla ilgili görünüyor", diyerek ta o günlerden
Sivas’ı öngörürler. Müthiştirler, haberci ve tebliğ edicidirler.
Sivas,
cehaletle harmanlanmış yobazlığın ne kadar çirkin, vahşi ve barbar
olabileceğini bize göstermesi bakımından -geçmişte yaşanmış bir olay değildir-
önümüzde duruyor. Durum ciddidir, o kadar öyledir ki, nasıl örgütlendikleri pek
de muamma olmayan bir güruh sözde İslam adına, 33 aydını herkesin gözü önünde
ateşe vererek yakmıştır. Yalçın Küçük’ten çalarak söyleyecek olursak durum
şudur: “Türkiye mezarcıların elindedir”
ve bu mezarcılar, “bütün kazanımlarımızı, cahiliyeden kalma kazması ile
kazmaktadır.” Bir karşı devrim kalkışması, adı Sivas Katliamı’dır.
Varlık ile varoluş
No comments:
Post a Comment