http://aykiriakademi.com/haber/haber-goster/358-denge-durumundaki-korlesme-.html
Küf mantarları ile
insanlar
-İstikrar, kaos ve
korku-
Uluer
Aydoğdu
İnsanlar yer, içer, ürer ve ölür/ küf
mantarları da yer, içer, ürer ve ölür/ düşündüm de insanlarla küf mantarları
arasındaki mesafe öyle çok uzak değil.
Toplumlar, doğa, insanlar, anlam, değer ve
kurallar, canlı cansız her şey istikrarlı ‘toplamlar’ olmayıp karışık,
çalkantılı, fıkır fıkır kaynayan süreçlerdir, oluş süreçleri (process of becoming).
Ancak 1977 Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine’nin bize apaçık gösterdiği üzere bütün organizma ve sistemler içeriden ve
dışarıdan enerji akışları olmazsa var olan durumunu (istikrar) sürdürme
eğilimindedir. Bu nedenle, denge durumundaki organizmaların/ sistemlerin
“körleşme” de diyebileceğimiz bir çeşit “uyurgezerlik” yaşadığını söylemek mümkün
ve belli girdilerin her zaman aynı tarzda sonuçlar vereceğini sanırım söylememe
gerek yok. Girdileri denetleyenlerin politikacılar olduğunu düşünecek olursak
politikacıların toplumların ‘kaderleriyle’ oynadıklarını söylemek sanırım hiç
de abartı olmaz. Diyeceğim Prigogine’ci paradigma uyarınca Türkiye’deki siyaset
erbabının sürekli istikradan söz etmesinde şaşılacak bir şey yok. Organizma/ sistem
her fırsatta düzensizlik, kararsızlık, çeşitlilik, dengesizlik ve kaos ile
korkutularak denetlenir. Organizmanın/ sistemin var olan durumunu korumak üzere
sinip kalmaya zorlanmasından, bir
çeşit ölüye dönüştürülmesinden söz ediyorum.
Korkunun varlığı giderek korkunun daha fazla
üretilmesini teşvik eder. Geri besleme mekanizması her an iş başındadır. Bir
kere ortaya çıktı mı, ortaya çıkaranlardan ayrı, bağımsız bir varlığa kavuşup ele
avuca gelen korku böylece ortama eklemlenir. Bundan sonra durumu ‘ilerletici’
olduğu kadar ‘geriletici’ katalizör gibi çalışacaktır. Bu durumda
olabilecekleri hemen söyleyelim: Organizma/ sistem tekdüzeliğe erişinceye, yani
var olan imkân ve kabiliyetlerini tüketinceye kadar evrimleşecektir. Burası
eşiktir. Faz değişimleri denen durum değişiklikleri de bu eşikte gerçekleşir.
Ancak küçük bir girdi ya da küçük girdilerden oluşmuş bir bileşim olumlu geri
beslemenin bir sonucu olarak o kadar güçlü bir hale gelebilir ki organizmayı/
sistemi paramparça edebilir. Bu durumda, ‘çatallaşma’ süreçlerinde, “değişmenin
hangi yönde olacağını önceden kararlaştırmak imkânsızdır. Sistem, dağılıp bir
‘kaos’a mı dönüşecek, yoksa yeni, daha farklılaşmış, daha yüksek seviyede bir
’düzen’e mi…” atlayacaktır? Burada çizgisel öngörüler ya da tahminler ya da
beklentiler işe yaramaz, çünkü çizgisel öngörüler ya da tahminler toplum sanki
düz, çizgisel bir yolda ilerliyormuş gibi başlangıcı, aşamaları ve varacağı
yeri belli olan hayali, soyut ve şematik bir hatta mümkündür. Ancak böyle bir
hat yok. Hoş geldiniz kâinata.
Küf mantarları ile
insanlar
İstikrar, denge, düzen, birlik ve beraberlik,
muvazene gibi kavramlar determinist (gerekirci) dünya görüşü içinde önemli
kavramlardır, oysa toplumlar tıpkı kimyasal süreçler gibi geri dönüşümsüz bir
biçimde verili olmayan geleceğe doğru akar. Ancak sürekli vurguladığımız üzere düz/
doğrusal/ çizgisel bir hatta değildir bu akış. Bu bağlamda geleceği öngörmek,
kestirmek ve özellikle de birçoklarının yaptığı gibi kesin bir dille tasvir
etmek mümkün değildir. Prigogine’nin dediği gibi “Rastgelelik” yalnızca
mikroskobik düzeyde değil “makroskobik düzeyde de temel rollerini korur.” Diğer
yandan ise “Denge durumunda nerdeyse klasik bir olasılık dağılımı elde ederiz”.
Bu nedenle politikacıların neden sürekli istikrardan söz ettiklerini ve bu
doğrultuda organizmanın/ sistemin denge durumunda kalması için ellerinden
geleni kanlı-kansız yaptıklarını anlamak güç olmasa gerek: “Denge durumunda
moleküller, temelde bağımsız varlıklarmış gibi davranırlar, birbirlerini
unuturlar. Biz bunlara ‘hypnonlar’, ‘uyurgezer’ demeyi uygun bulduk. Gerçi her
biri beklediğimiz gibi komplekstir, ama birbirlerini unuturlar. Ne var ki,
denge dışı durum onları uyandırır” Örneğin “… açlıkla tehdit edildiğinde tek bir
hücreler üstü kitle halinde kümelenen küf mantarlarının bir araya gelmesi” ile
istikrasızlıkla korkutulan, tehdit edilen insanların bir kitle halinde kümeleşmesi
arasında bir fark yoktur.
İnsanlar bir duyguda, bir inançta kümeleştikçe
bu alanın çekiciliği artmaya başlar. Yerel yoğunluk artıkça kalabalıklaşma
başlayacaktır. Bu durum rastgele hareketlerden kaynaklanabileceği gibi
insanların beslenip nemalandıkları kaynaktan alıp her birinin kendi durumuna
göre ortama geri verdikleri paylardan da kaynaklanır. Böylece inanç, duygu,
düşünce ve çıkar ortama yayılmaya başlar ve diğerleri de bu inanç, duygu
düşünce ve çıkardan yararlanabilmek için bu yoğunluk yönünde hareket ederler:
“Böyle bir reaksiyon oto-katalitik bir mekanizma oluşturur.” Çünkü inancın,
duygu ve düşüncenin ya da maddi çıkarın yapılandırdığı bir ‘çeker’ söz
konusudur ve doğal olarak oraya doğru bir eğilim ve yönelim vardır. Bir
kırıntıya üşüsen karıncalar ya da örneğin, ‘taşı toprağı altın” şeklinde
oluşmuş/ oluşturulmuş İstanbul imgesinden hareketle aslında bir madde-enerji
akışından başka bir şey olmayan İstanbul’un üzerine yığılmalar gibi. Bu
doğrultuda yapılan deneyler göstermiştir ki artan yoğunluk sürecin yalnızca
hızını artırmayıp aynı zamanda da belli bir yerde kümeleşen insanların sayısını
da belirlemektedir. Şöyle de diyebiliriz: Herhangi bir inançtaki, duygu ve düşüncedeki,
ideolojideki ya da maddi çıkardaki yoğunluk artıkça diğerlerinin de o noktaya
gelme olasılığı artar ve bu durum giderek o noktaya daha da fazla insanın gelmesini
tetikler. Başlangıçta sınırlı bir hareket zamanla büyük bir harekete
dönüşebilir. Burada “nüveleşme mekanizması” denen bir süreç iş başındadır.
Mekanizma aynı zamanda da oluşan ve giderek büyüyen hareketin içindeki
kararlılığı sağladığından var olan durumun denge dışı durumlara sürüklenmesini
engelleyicidir: “İletişimin sağladığı kararlılık ile dalgalanmanın yol açtığı
kararsızlık arasında bir rekabet vardır. Kararlık eşiğini bu rekabetin sonucu
belirler.”
Aktivitesi
yeni bir ‘gramer’ olan yenilikçiler
Organizmalar/ sistemler denge durumundaki
“yapısal kararlılığı” koruma eğilimindedir. Diğer bir deyişle, var olan, yeni
müdahalelere karşı kendini korur. Yeni bileşenlerin içeriye dalarak birtakım
yeni oluşumları tetiklemesini istemez. Yani organizma/ sistem son derece tutucudur.
Çünkü, “Sisteme küçük miktarlarda giren yeni bileşenler sistemin bileşenleri
arasında yeni birtakım reaksiyonlara yol açar. Bu yeni reaksiyonlar takımı daha
sonra sistemin önceki işleyiş biçimiyle rekabete girerler. Eğer sistem bu yeni
müdahale durumunda da ‘yapısal kararlılığı’nı koruyorsa, yeni işleyiş biçimi
kendini oturtamayacak ve ‘yenilikçiler’ yaşayamayacaktır. Ancak, eğer yapısal
dalgalanma biteviye kendini sisteme dayatıyorsa -mesela, yenilikçilerin çoğalma
kinetiği sistemin tümüne yayılacak kadar hızlıysa- tüm sistem yeni bir işletme
biçimi benimseyecektir. Aktivitesi yeni bir ‘gramer’le (syntax)
yönetilecektir.” Bu bağlamda organizmanın/ sistemin var olan konumunu korumak
doğrultusunda yapılan politikaların özgürlükçü ya da demokratik hareketlere
izin vermeyeceği kesindir.
Organizmaya/ sisteme giren küçük girdilerin
büyük oluşumları beslediğini daha önce söylemiştik. Küçük girdilerden
kaynaklanan büyük oluşumlar nihayetinde küçük girdileri yeniden yönlendirebilir
özelliktedir. Özellikle da kaynakların sınırlı ve az olduğu ortamlarda kendi
kendini kopyalayarak yineleyen süreçlere sıkça rastlanır. İktidardaki
politikacıların suyun başında olduğu düşünülecek olursa bu süreçleri kendi
lehlerinde nasıl yönlendirdiklerini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
Türkiye’de kaynakların sınırlı olması ya da öyle gösterilmesi iktidarlar için
her zaman bir avantaj olmuştur. Hatta ve hatta kaynakları artırmanın ya da var olanı
daha adil bir biçimde paylaştırmanın yerine iyice azaltmak ya da haksız bir
şekilde paylaştırmak politikacılar için düşünüldüğünden çok daha fazla varlık
nedenidir.
Düz,
doğrusal olmayan dinamikler
2007, Temmuz seçimlerinde olduğu gibi son
Cumhurbaşkanlığı seçiminde de sistem yapması gerekeni yapmıştır. Kimi
çevrelerdeki şaşkınlık ise sistemin verdiği doğal tepki ile beklentiler
arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor. Organizma/ sistem kendi dinamikleriyle
(buna seçim hileleri, eşit olmayan şartlar vs dahildir) “yapısal kararlılığı”nın
bozulmasını istememiştir. Bu anlamda kimi çevrelerdeki beklenti organizmanın/ sistemin
bu “yapısal kararlılığı” ile rekabet edecek güçte olmadığı için sistemin
kendine tepki vermesi beklenemezdi. Hiçbir var olan yapı kendini yok etme
pahasına ilerlemeyi/ değişmeyi kabul etmez. Kimi çevrelerdeki beklenti
anlaşılabilir bir şey, ama bu beklenti fazlasıyla doğrusal/ çizgisel/ düz bir
beklenti olduğundan hayali bir istek olarak kaldı. Burada doğrusal olmayan
dinamiklerin iş başında olduğunu da özellikle bir kere daha belirtelim.
Prigogine’nin de vurguladığı gibi “Hepimiz doğrusal nedensellik çizgisinin
terimleriyle düşünmeye alıştırılmışız, ama artık yeni ‘düşünce araçları’na
ihtiyacımız var”. Seçimlerde, öyle görülüyor ki, bireysel karar alıcılar birer
birey olarak değil de bu bireylerin bir araya geldiği kolektif süreçler olarak
oy kullandılar. Bir duyguda, bir inançta, bir düşüncede, bir maddi çıkarda
kümeleşen bir kitleden söz ediyorum. Bir bedenden… Burada tek tek bireyleri
aşan kolektif bir iradenin işbaşında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Var olan
koşullara tepki vermesi beklenen tek tek insanların bir araya gelip
oluşturdukları kolektif yapılanmalar var olanı koruma yolunu seçtiler. “Yapısal
kararlılığın” kolektif davranışları oluşturmada etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Tabii bu söylediklerimden bireysel karar alıcıları önemsemediğim çıkarılmamalı.
Bireysel karar alıcıları kümeleştirip kitleleştiren süreçlerden yukarıda söz
ettik. Küçük girdilerin kümeleşmelerde etkili olduğunu biliyoruz. Seçimlerde oy
kullananlar bireylerdir, ancak seçim sonuçlarını tek tek insanların verdiği
oylarla açıklamak doğru değil. Bireysel karar alıcıları ön plana çıkarmak,
bireysel karar alıcıları kimi zaman aşan düz/ doğrusal/ çizgisel olmayan
dinamikleri/ süreçleri göz ardı etmek demektir. Toplumlar tek tek bireysel
karar alıcıların seçimlerinin ötesinde bu bireysel karar alıcıların iradelerine
öyle ya da böyle etki yapan, onları yönlendiren ve belli yönlerde baskı yapan
canlı organizmalardır.
No comments:
Post a Comment