Monday, April 25, 2016

Bir kendi kendine nefes alıp verme ve özyapım/özyıkım denemesi / ‘Fraktal Dünyanın Bağlantısını Kurmak’

 http://aykiriakademi.com/haber/haber-goster/510-bir-kendi-kendine-nefes-alip-verme-ve-ozyapim-ozyikim-denemesi.html

Bir kendi kendine nefes alıp verme ve özyapım/özyıkım denemesi


              Ben boşluğum, hiçlik, yokluk…
Biçimlerin oluştuğu, çerçevelerin çizildiği,
parantezin açılıp kapandığı.
Yahu hepsi gelip geçer. Geriye boşluk kalır.
Ne olursan ol, gel kalır
 Ben boşluğum. Dolup dolup boşalan.
Hepsi hayaldir.
Geriye insan aşılması gereken bir şeydir, kalır.

Başta her şey bütündü. Annemin memeleri, gökyüzü, kuşlar…  Sonra kolektif zihinsel bir düzenleme ile altüst olarak bir ben'e itildim. Ne süt ne de zevk veren ‘yaşlı büyücünün memeleri’ binlerce yıllık anlam, değer ve kurallarla özdeşleştiğim. Sonrası kâbus, bütün bunları ‘ben’ sandığım. İşte bu ben’den, egodan uyanıştır, onun farkına varmaktır, aydınlanma. Değilse egoların savaşı!

Yazan: Uluer Aydoğdu

Nikos A. Salingaros[1]’un Fraktal Kentin Bağlantısını Kurmak (doxa, sayı 10, Haziran 2011) adlı muhteşem yazısından menevişlenerek yazımın başlığı kendiliğinden ‘Fraktal Dünyanın Bağlantısını Kurmak’ oldu. Bu başlık fraktal dünya nedir, nasıl olmalı ve bağlantısı/bağlantıları nedir anlamındadır yoksa “bağlantısı kopmuş dünyanın bağlantısını kurmak” değil. Sonra, Eckhart Tolle’un Var Olmanın Gücü adlı eşsiz kitabı yazımın biçimlenmesinde başlıca sorumludur. Kendisini anmasaydım her şeyden önce o tek, biricik ve eşsiz şey, kâinata, yani Hayat’a, o Bütün’e, dolayısıyla da Tolle’a ve kendime ayıp olurdu. Tolle’un hem bireysel hem de kolektif deliliğimizin aslında insanın doğal hali olduğu üzerine delilleri ufuk açıcıdır. İnsanın ruhunda “işlevsel bir bozukluk” vardır. Öyle görünüyor ki yeni bir dünya bunu fark ettiğimizde kurulacak. Tabii, Kaynakça’da andığım diğer kitapların yazarlarına da çok teşekkür ederim, başka ne bilirim.
Salingaros’un belirttiği üzere “tüm öteki canlı sistemler” nasıl özünde fraktalsa bütün sistemlerin Kaynağı kâinat da fraktaldır. Bu yazının kâinat hakkında bir kainat ya da dünya hakkında bir dünya olması gibi bir durumdan söz ediyorum. Diğer yandan bütün sistemlerin ya da organizmaların “rekombinatif, yani her seferinde değişik biçimde düzenlenen, devamlı değişik biçimde oluşan konfigürasyonlar (yapılanma)” olduğunu da unutmamalıyız. Unutmamalıyız, çünkü örneğin, ölçekler değiştikçe bu ölçek değişikliklerinin yeni ve farkı yapılanmaları ortaya çıkardığını biliyoruz. Tam da burada, kâinatın karmaşık bağlanırlığı bağlamında Gregory Bateson’ı hatırlayacak olursak, “Dünya karmaşıklığı arttıkça daha bir güzelleşir”, derken karmaşıklığın artmasının o şeyi daha önemli yapmadığını ama her şeye daha çok bağladığını da söylüyordu. Tabii, aynı zamanda da bu karmaşıklığı yönetecek emergent, yani öngörülemez yapılanmaların kendi kendine kendilerini nasıl ortaya çıkardığı üzerinde de düşünmek gerekir. İşte bu ‘kendi kendine kendini ortaya çıkarma’larda “fraktal yapıların doğrusal olmayan dinamikleri ortaya çıkarması” olgusunun etken olduğunu da özellikle vurgulayalım. Böylece kâinatın giderek nasıl karmaşıklaştığını anlayabiliyoruz. Bunlara, ek yapmak gerekirse, William Plank’ın Kuantum Nietzsche adlı kitabından alıntılayarak “bu konfigürasyonların her birisinin bizzat şansın eseri (random, yani gelişigüzel, u.a.) olarak ortaya çıktığını” ve “bunların aynı zamanda da evrenin bütüncüllüğü açısından da ortaya çıkmaları zorunlu konfigürasyonlar” olduğunu ekleyebiliriz.

Peki ve güzel, ama fraktal nedir?

Fraktal, ‘kırık’ demektir, ancak Nikos A. Salingaros’a göre “bu onun matematikteki anlamı değildir” ve “Bir fraktalin matematikçi olmayanlar tarafından genellikle anlaşılmayan çok keskin, ayırt edici nitelikleri vardır.” Yukarıda “farklı ölçeklerden” söz etmiştik. İşte “Bir fraktal’ı belirleyen kilit kavram onun yapısının ölçekler hiyerarşisine sahip olmasıdır.” Amacımız fraktalı ve fraktal yapılanmayı/yapılanmaları ortaya koymak olduğu için burada birtakım matematiksel esaslara girecek değilim ama kabaca bir yapılanmanın fraktal olması için belli bir şekilde azalan boyutlarda altyapılar bulundurması gerektirdiğini, söyleyebiliriz. Öyle ki, “bölünmeyecek denli küçük ölçeklere varıncaya kadar kendisine benzer yapılara sahip bir bütündür” söz konusu olan. Tabii bana göre; “bölünmeyecek denli en küçük ölçek” bile, sıfırdan büyük en küçük bir sayı olmayacağından, kendi içinde sonsuza kadar bölünebilir ve tam da bu yüzden asla bir tekilliğe ulaşamayız ki bu da bizi ilk neden’den, ilk olaydan, dolayısıyla da her şeyin dışında duran bir ‘otorite/efendi ölçek’ten kurtararak özgürleştirir. Belki de böylece ‘kendi kendine kendini yaratma’, ‘self-organization’, olgusu dışarıda duran bir yaratıcıya inanmaktan daha anlamlı ve mantıklı olabilir ve giderek binlerce yıldır yaşadığımız, dizinin dibinden ayrılamadığımız o her şeyin dışında duran ‘ilk neden’ düşüncesinden, dolayısıyla da derin bir karmaşa olan kolektif Oedipus kompleksinden sıyrılarak büyüyebiliriz.
Dünyadaki “yaşam doğrudan doğruya” dünyanın “bağlantılar matrisine ve altyapısına bağlıdır, çünkü” dünyanın “geometrisi insanların”, yalnızca insanların mı, hayır, bütün canlıların olduğu kadar şehirlerden tutun da anlam, değer ve kurallara kadar her şeyin “hareketlerini ve etkileşimlerini ya teşvik eder ya da zorlaştırır.” Kâinat, özünde fraktalsa ve kendi içinde farklı ölçeklerde bu tekrarlanıyorsa kâinatın/dünyanın buna uymayan bir yapılanma olarak uygarlığımızı teşvik etmeyeceğini, sürgit bu işin böyle gitmeyeceğini ve giderek işimizi zorlaştıracağını söylemek mümkün. Kaldı ki Bütün’den, yani Hayat’tan kopuk yapıp ettiğimiz dünyanın, yani Hayat’ın bizi sürekli bu kopukluğu sürdüren oyuncular olarak tekrar ve tekrar yapıp ettiğini görüyoruz. Yönetmenliğini Ian Sftley’in yaptığı Kevin Spacey, Jeff Bridges ve Mary McCormack’ın başrollerini paylaştığı 2001 yapımı muhteşem bir bilim kurgu film olan K-PAX’da Kevin Spacey’in olağanüstü bir şekilde oynadığı Prot (K-PAX isimli bir gezegenden geldiğini iddia etmektedir) filmin sonunda kendisini tedavi etmeye çalışan doktoru Mark Powell’a bu bağlamda şöyle der: Sana bir şey söylemek istiyorum Mark, henüz bilmediğin bir şey, ama biz K-Pax'liler bunu keşfedecek kadar uzun suredir varız. Evren genişleyecek ve sonra tekrar içine çökecek, sonra tekrar genişleyecek. bu işlemi sonsuza dek tekrarlayacak. Ama bilmediğin; evren tekrar genişlediğinde her şey yine şimdiki gibi olacak. Bu arada ne hata yaptıysan bir sonraki geçişinde tekrar yaşayacaksın. Yaptığın her hatayı tekrar yaşayacaksın. Tekrar ve tekrar, sonsuza dek. Sana tavsiyem bu sefer doğru olanı yapman. Çünkü bu an, elindeki tek şey. 

Doğrudur, elimizde Şimdi’den, şu andan başka bir şey yok. Aynı zamanda da Bütün’den, yani Hayat’tan ayrı bir varlığımız da yok. Umarım bu kez doğru olanı yaparız. Nobel Kimya Ödüllü Ilya Prigogine, “Bunu defalarca denedik, ama başaramadık. Halway Sheyaamud (Umalım, bu işlesin)” diyordu Kaostan Düzene adlı kitabında.  

Patateslerle (Genel Görelilik) Bezelyelerin (Kuantum) dünyası  

Kâinatı ve giderek dünyayı ve insanları, hatta şeyleri “çoklu bir fraktal yapı olarak düşünürsek” uygarlığımız, hemen, bir an önce fraktal, yani Bütün’le/Hayat’la uyumlu  hale gelmelidir. Buradaki “Ana fikir, en genişten en küçüğe kadar tüm ölçeklerde, bir hiyerarşi içinde birbirine bağlı bir yapının var olmasıdır” ki kendi vücudumuza baktığımızda bile, vücudumuzda farklı ölçeklerde birbirinin içine geçmiş sistemleri görebiliyoruz. Bütünün köklü özelliklerinden biri de, bütünün içindeki parçanın tıpkı o bütün gibi olmasıdır ve bu sonsuza kadar kendini tekrarlıyor. İşin tuhafı sonlu bir alana sıkıştırılmış sonsuzluklarla dolu her bir tarafımız. Örneğin “… dolaşım sisteminin muazzam büyüklükteki bir yüzeyi sınırlı bir hacme sığdırması gerekiyor”, öyle ki “vücut böyle karmaşıklıklarla dolu” ve “sindirim sistemi dokusunda kıvrımlar içinde kıvrımlar olduğu görülüyor.” Diğer yandan ise vücut denen bu son derece karışık ağla daha büyük, devasa ölçeklere, yıldızlara, galaksilere ve giderek kainata bağlanıyoruz. Belki de tam da bu yüzden bir ‘ara ölçek’ olarak insan, hem devasa ölçekli yıldız ve gezegenleri, onlar arasındaki neredeyse sonsuz boşluğu (patateslerin dünyası -çok büyük gezegenlere hükmeden yasalar/görelilik- diyor buna Stephen Hawking) hem de daha küçük ölçekli çiçekleri, kuşları, arı ve böcekleri ve giderek her şeyin bir çorba gibi olduğu kuantum dünyasını (buna da bezelyelerin dünyası -çok küçük parçacıklara hükmeden yasalar- diyor Stephen Hawking) birbirine bağlayabilir ki Her şeyin Teorisi de bu iki dünyayı birleştirme teorisidir zaten. Bu iki dünya arasında bir simetri var mı elbette bilemiyorum ama patateslerin dünyası, bezelyelerin dünyasının ters dönmüş imajı, yani birbirlerini tersten ‘aynalıyorlar’ gibi. Diyeceğim iki dünya da farklı ölçekte fraktal yapılanmalardır ve tam da bu noktada “kendi içine kazınmış fraktal bir biçime sahip” insan zihni makro kozmosla mikro kozmos arasında fraktal bir arayüz olabilir. Bütün’den, yani Hayat’tan kendini ayıran ‘insanbiçimsel çerçeve’ye takılmazsak, yani biçimselliğin ötesine geçebilirsek, yani kendisini oluşturan parçaların toplamından daha fazla bir şey olan Bütün’ü, Hayat’ı göz önüne alabilirsek, Bütün’le aramızdaki zihinsel perde egoyu, yani ‘ben’ sandığımız illüzyonu kaldırabilirsek böyle fraktal bir bağlantı mutlaka iş görecektir. Belki de böylece patateslerin ve bezelyelerin dünyasını birleştirerek Bütün’ü, yani Hayat’ı, yani o tekliğin, biricik ve eşsizliğin, yani bu haliyle o Yokşey’in, Hiçşey’in gerçek doğasını hakikaten anlayabileceğiz.

Egoların Savaşı’nın Ötesinde Yeni Çatı

Bütün’ün, yani Hayat’ın “sonsuza kadar kendi içinde gömülü olmasını” anlamak, bunu kafada canlandırmak belki çok zor, ama tek, biricik ve eşsiz şey’in farklı ölçeklerde kendini tekrar etmesi anlamlı bir şey olsa gerek. Diyeceğim iç içe oluşlardan, ölçekler değiştikçe oluşan farklılıklardan anlam, değer ve kurallar çıkaran bir bilinç yaratmak gerek.
Bütün’ün, Hayat’ın gelip geçici aldığı biçim ya da çerçeveyle özdeşleşmemiz, sanırım asıl sorun bu. Öyle ki, Bütün’den, yani Hayat’tan ayrı ve müstakil bir varlık olduğumuzu sanıyoruz. Bu yüzden kaygı, korku ve stres içindeyiz. Bu yüzden öteki/ler var. Bu yüzden şu ya da bu düşüncelerle dolu zihinlerimizin sahneye, perdeye, yani bilince yansıttıklarını gerçek sanıyoruz. Yansıyanı gören göz bunları zihne ilettiğinde devre, zihin-bilinç/sahne-göz kapalı devre sistemi kapanıyor ve biz bu kompülsif (zorlayıcı) filmin bilinçsiz oyuncuları oluyoruz. Binlerce yıldır sahnede, perdede, yani bilinçlerimizde sergilenen oyun, film olsa olsa Egoların Savaşı’dır. Zihinlerimizin bilince yansıttığı bu filmin elbette kısmi bir gerçekliği vardır ama bu kısmi gerçekliği Bütün’ün, yani Hayat’ın kendisi sanma hastalığı bizi Bütün’den, Hayat’tan, dolayısıyla da öteki sandığımız diğerlerinden ayırıyor.

Filmi böyle kurunca işte…

Bütün gerçek değildir diyordu Adorno. Ah, evet tek, biricik ve eşsiz şey, yani Bütün bu haliyle Yokşey’dir, Hiçşey. Ancak yokluk ya da hiçlik, boşluk olarak düşünülmeli, kafada öyle canlandırılmalı ya da Gilles Deleuze ve Félix Guattari’nin Artaud’dan alıp kullandığı “organsız beden”[2] şeklinde… “Organsız beden” anlaşılacağı üzere biçimsizdir, aynı zamanda da şartsız ve zamansızdır. Tam da bu yüzden gerçek değildir. İşte bu görünmez “mevcudiyet” görünür, işitilir, dokunulur, yani gerçek olurken, yani var olurken biçime, çerçeveye, paranteze girer. Öyle ya doğup ölmeseydim nereden bilecektim var olduğumu. Diyeceğim sonsuzluk sonlu alanlarda mümkündür, biçimsizlik bu yüzden kendine biçimler edinir, şartsızlık şartlı hale gelir. Öyledir; kedi, kedi olmanın; gelincik, gelincik olmanın; karınca, karınca olmanın mağlubudur. Bir anlamda şartsızlıktan şartlı tahliyeler söz konusudur.
Adlandırmak, etiketlemek, bir şeyin içinde olduğu zannıyla bir dışarısı var sanmak, biçimle, çerçeveyle, parantezle özdeşleşen zihinsel kurgu egonun işidir. Bir şeye ad verdiğinizde o şeyi sınırlandırırsınız ki bu durum tam da sınırlı bir alana sıkışıp kalmış egoya göredir. Egonun en sevdiği iştir bölmek, ayırmak ve buradan doğru da dünyaya, ötekilerine tıslayıp durmak. Diğer yandan parantezle/çerçeveyle o kadar özdeşleşmiştir ki bu biçimin, yani kendisinin silinip gidiyor oluşana karşı korku içindedir. Bunun haksızlık olduğunu düşünür. Bu yüzden öfkeli, kaygılı ve streslidir. Bu yüzden sürekli şikâyet eder, yani sürekli dır-dır halindedir. İşte bu hastalıklı ‘için’, zihnin dışavurumudur dünyamız/uygarlığımız. Başka ne beklenebilir ki! Egosantrik, yani düşünceleriyle ölümüne özdeşleşmiş ben’lerin yapıp ettiği dünya doğal olarak aynı kalıbı ve insanı tekrarlıyor. Hep birlikte, kolektif zihnimizle yapıp ettiğimiz dünya bizi böyle yapıp ediyor. Yani aslında kendi kendimize kendimizin mağduruyuz. Diyeceğim ölünce silinip gidecek olan fiziksel olduğu kadar düşünsel çerçeveler/biçimler uğruna ölüyor öldürüyor, acı çekiyor acı çektiriyoruz. Perdeyi, zihinsel bir hastalık olan egoyu kaldırmadıkça sahneye yansıyan hep bu hayat olacak. Yapıp ettiğimiz bu hayatın insafına kalmış durumdayız.
Bütün, gerçek olurken/var olurken bütün olmayan gerçek/ler olarak faz değiştirir ki tam da bu noktada ortaya çıkan sonlu alanı ya da gelip geçici biçimi, yani çerçeveyi ben sandığımızda Bütün’e yabancılaşırız ve böylece Bütün’den ayrı olma sanrısı ortaya çıkar. İşte, zihin-bilinç/sahne-göz kapalı devre sistemi ve bunun mahsulü ego, ortadan kaldırmak istediği şeyin (Bütün’ün, Hayat’ın) üzerini bir perdeyle örten bir sihirbaz gibidir. Böylece gözün gördüğüne inanır, bunun gerçek olduğunu düşünürüz, oysa bu, yalnızca illüzyondur.
Fraktal sözcüğünün bir anlamı da “kendine benzeyen demektir”. Bütünle unuttuğumuz bağlantıyı yeniden kurduğumuzda en azından ötekinin kendimize benzediğinin farkına varacağız ki bu farkındalık, bizi, zihnimizin çevirdiği filmin bilinçsiz oyuncuları olmaktan çıkarıp öz(ü)gür yapacaktır. Öyle değil mi, sahneye/perdeye, yani bilincine yansıyanın, egonun farkına varmak onun ötesinde bir varlığının olduğu anlamına gelir. Böylece perde kalkar.
Zihinsel mağaramızdan çıkıp Bütün’le, yani Hayat’la bir olmanın ve öz(ü)gürlüğün tadı neyle kıyaslanabilir ki.
Hele bir uyanıp kalmaya görün!

Devrim oluyor, bak, devirip kendimi gidiyorum
durmayarak durma diyor buna bilge, gidiyorum
yaratmaktan daha cana kıyıcı
cana kıymaktan daha yaratıcı bir şiir var mı acaba, gidiyorum.

Yaratmanın ve cana kıymanın zamanı gelecek
henüz zamanımız gelmedi diyor Eliot
‘ilahi Eliot, daha ne zaman kabilesi’nden geliyorum ben
bütün yapıp ettiklerimiz yapılıp edilmedir soyu’ndan
evet, evet Avignonlu kadınlardan
aha işte, yeni bir gökyüzüne davetiyedir bu dünyayı reddiye
o başkaldırıdan geliyorum ben.

Kaynakça
-  doxa, sayı 10, Haziran 2011.
-  Kauntum Nietzsche, William Plank, Türkçesi: Cem Kılıçarslan, Mitra Yayınları, İstanbul, 2012.
-  Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri,René Guénon (Türkçesi:Mahmut Kanık),İz Yayıncılık,1990.
-  Diyaloglar, Gilles Deleuze/ Claire Parnet, Türkçesi: Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul1990.
-  Kaos/Kaosun Kutsal Kitabı, James Gleıck, Türkçesi: İlkay Alptekin Demir, Alfa Bilim, İstanbul, 2014.
-  Var Olmanın Gücü, Eckhart Tolle, Türkçesi:Handan Ünlü Haktanır, Koridor Yayıncılık,İstanbul, 2015.

[1]Şehir kuramı, mimari kuramı, karmaşıklık kuramı ve tasarım felsefesi hakkındaki çalışmalarıyla tanınan matematikçi ve uzman, https://tr.wikipedia.org/wiki/Nikos_Salingaros.
[2] Madde (substance) sözcüğü, “Latince sub stare’den türemiş olan substantia’dan gelir ve altta duran anlamındadır”. “Temel” ya da “dayanak”  anlamında da kullanılır. Ancak substance (evrensel madde/cevher) sözcüğü ile materia (madde) sözcüğünü karıştırmamak gerek. Materia cisimsel anlamda maddedir, yani biçim almıştır, ele avuca gelir. Substance (evrensel madde/cevher) ise materia’nın, yani biçimleşmiş olanın üzerinde yer alacağı boşluk, temel, yani cevherdir. Bu bağlamda “Organsız beden”e benzetebiliriz substance’ı. Tabii, tam olarak da öyle değildir. Deleuze ve Guattari’nin yazdıkları gibi “Bir Organsız Beden yalnızca yoğunluklar tarafından işgal edilebilecek, doldurulabilecek şekilde yapılmıştır. Yalnızca yoğunluklar geçebilir ve dolaşıma girebilir. Yine de Organsız Beden bir sahne, bir mekan ya da gelip geçen bir şeyin yaslanabileceği bir dayanak değildir… Uzam değildir, uzamda da değildir; uzamı belli bir derecede işgal eden – üretilen yoğunluklara denk düşen derecede işgal eden maddedir. Katmanlanmamış, şekilsiz, yoğun maddedir, yoğunluk matrisidir, yoğunluğu sıfıra eşit maddedir… Sıfırdan başlayan yoğun bir büyüklük olarak gerçeğin üretilmesidir”. Diğer yandan “Döllendiğinde ve kendi embriyosunu geliştirmeye başladığında çok çeşitli organlar doğurma potansiyeline sahip olan, şekilsiz bir enerjik ve mineral malzemeler bütünü” de denilebilir “Organsız Beden” ya da substance için. Bütün bunlara bir ek yapmak gerekirse Skolastik düşünürlerin, “Aristo’dan sonra, ‘ilk madde’ (materia prima) ve ‘ikinci madde’ (materia secunda) terimlerini kullanarak” substance ile materia’yı birbirinden ayırdıklarını söyleyebiliriz.

No comments: